Söyleşi: Melody Abdullah
Ünal Ersözlü ile yeni kitabı Dört Gün Buda Üç Gün Zorba hakkında konuştuk.
Daha kitabınızın adından itibaren gelişen bir ironi var. Dört Gün Buda Üç Gün Zorba… Bir kişinin hem Buda kadar huzura ermiş, hem de bir diktatör gibi zorba olması mümkün mü?
Bu sorunuz için teşekkür ediyorum. Kitabımın kendi içinde ironik bir yaklaşım taşıdığı doğru. Ama aslında ‘Zorba’ tanımlaması ile ben Kazancakis’in ünlü romanının kahramanını anlatıyorum. Yunanlı yazar Nikos Kazancakis’in, ilk kez 1946 yayımladığı etkileyici romanı Zorba’nın kahramanı Aleksi Zorba, Buda ile sevgi anlayışında, özgürlüğünde, cesaretinde buluşuyor. Damarlarının en ince noktasına kadar yaşadığı hayatın tüm çoşkusunu, kendi inşa ettiği anlamını her an hisseden, yaşama sanatının hakkını veren Aleksi Zorba, hayat kılavuzu gibi. Zaten yazar Kazancakis’in mezar taşında yazılı olanlar da, Zorba’nın ağzından dökülmüş, çok anlamlı, sözcükler ile vurguluyor bunu: “Hiçbir şey ummuyorum; hiçbir şeyden korkmuyorum; özgürüm.” Aslında ruhsal bir aydınlanmanın özeti gibi sözler.
O romanda Zorba karakteri, sadeliği, dobralığı, hayat ile olan şehvetli ilişkisi, dürüstlüğü, derin bir sevgiye dayalı hümanizması, hayatın önüne getirdiklerini, yenilgilerini, kayıplarını tevekkül ile karşılayan ön kabulü, kendisine has felsefesi ile gerçekte yazarı değişime uğratacak kadar etkiler.
Yenilgileri kadar zaferlerini de abartmaz Zorba; hayatının tadına, kaderini kabul ederek ulaşır. İnsan sevgisiyle araladığı hayat sayfalarından birini, çocukluğundan şöyle anlatır yazara: “Komşumuz ihtiyar bir Türk olan Hüseyin Ağa, çok yoksuldu, hanımı, çocukları da yoktu. Akşam eve geldi mi, avluda diğer ihtiyarlarla oturur, çorap örerdi. Ermiş bir adamdı Hüseyin Ağa. Bir gün beni dizlerine aldı; hayır duası eder gibi, elini başıma koydu:
‘Aleksi’ dedi; ‘Bak sana bir şey diyeceğim, küçük olduğun için anlamayacaksın, büyüyünce anlarsın. Dinle oğlum, Tanrı’yı yedi kat gökler ve yedi kat yerler almaz; ama insanın kalbi alır, onun için aklını başına topla Aleksi, hiçbir zaman insan yüreğini yaralama.”
Hem sevimli, hem özgür, hem hayatın kendisine sunduğu tüm fırsatları bir deneyim olarak, kanırtmadan, hakkını vererek yaşayan Zorba karakteri, günümüz insanının az bulunan bir yansımasıdır. Zorba yazara sürekli insanın faniliğini hatırlatır. Bu nedenler ile Buda Ruhsallığı ile Zorba özgürlüğünün bir insanda bütünlük içinde olması, insanlık adına elbette iyi bir şeydir ve yaşanılabilir, uygulanılabilir bir durumdur…
İnsan için eserinizin girişinde, “İnsan, okyanus ile birlikte, okyanusun damlası,” diyorsunuz ve onun okyanusla birlikte ne kadar önemli olduğuna değiniyorsunuz. Tabi bu sembolizmin açılımı da var. Eseriniz boyunca da bu mesele sürekli gündeme geliyor. Sizin için “insan” ve “insanın konumu” nedir?
Aslında bu derinlikli sorunuzun tam yanıtını kitabın bütününde vermeye çalıştım, yani tümüyle kitabımın bütününde gerçekleştirdim. Ama yine de daha kısaca yanıtlamaya çalıştım. Benim kitabımı belki de bir hakikat arayışı özeti olarak görebilmek mümkün. Bir yanıyla da bir ‘ruhsal aydınlanma’ kitabı olarak yorumlanabilir. Sonuçta kitabın girişinde “İnsan, okyanus ile birlikte, okyanusun damlası’ derken üstü örtülü bir şekilde de olsa, bir ruhsal aydınlanma anlayışını yansıtıyorum.
Örneğin ‘Ruhsal aydınlanma’ nedir, sorusunu yanıtlarken, sırtımı rahatlıkla John White’ın yazdıklarına dayayabilirim: “Daha da açık söylersek, yaşamın özüdür– tüm büyümenin, gelişmenin, evrimin ereğidir. Temelde ne olduğumuzun keşfidir ve şu soruların yanıtıdır:
Ben kimim? Neden buradayım? Nereye gidiyorum? Yaşamın anlamı nedir?
Aykırı görünse de, aradığımız yanıt özde, daha şimdiden ne olduğumuzdan başka bir şey değildir- Varlık, tüm Oluşun kaynağı ve zemini olan en son bütünlük. Aydınlanma Varlığın hakikatinin gerçekleşmesidir. Doğduğumuz zamanki koşulumuz, hakiki kendimiz geleneksel olarak Tanrı, Kozmik Kişi, Yüce Varlık, her-şeydeki- Bir diye adlandırılan Varlıktır.”
(Bu arada belirtelim, kimi aydınlanmış öğretmenler- ‘Buda’ bunlardan biriydi- -daha iyi iletişim sağlayabilmek için tanrıtanırcı terimlerden kaçınmayı yeğlerler. Niyetleri böyle dil kullanıldığında, ortaya çıkan ve anlamayı engelleyen derin kültürel koşullanmadan sakınmaktır.) (White’ın notu).
Özünde hepimiz bir beliriş sürecindeyiz. Kozmozun kendisi gibi, ‘Oluş’ sürecindeyiz. Hatta bizler de, yalnızca insan varlıklar değil; aynı zamanda ‘insan oluşlar’ belki de… Çünkü bunca kötülük arasında, insanın insana ettiği kötülükler içinde, insanlığın tam olarak olduğunu söyleyebilmek mümkün mü?
Benim için de sonuçta ruhsal aydınlanma; ya da daha çok insanlaşma çabası, aslında ‘Ruhtaki sonsuz bütünlük’ içinde, bir yüceliğin parçası olduğumuzun anlaşılmasıdır; yani “bütün kozmosu aşan ama yine de aynı zamanda, hiçbir şeyin, O’ndan ayrı olmadığı ya da hiçbir zaman ayrı olamayacağı için, her günkü gerçeklik olan tüm hallerin Halidir, tüm koşulların Koşuludur.”
İnsan ve günümüz insanının konumunu da bunlar dışında düşünebilmek imkansızdır. Zaten bizim geleceğimizi de belirleyecek olan, hepimizin kendimize bakışıdır. İnsanlığın farklı bir yere gidebileceğinin farkındalığını taşımak ve bu yönde kendimizi geliştirmektir.
“Tanrısal öngörü” içinde özellikle sevgi ve iyiliğin yeri/rolü nedir?
Tanrısal öngörü içinde sevgi ve iyilik baş rol oyuncularıdırlar. Aslında ’Tanrısal Öngörü’ Seneca’nın bir kitabının adı. “De Provıdentıa” adlı metin, Türkçe’ye “Tanrısal Öngörü” olarak çevrilmişti.
Seneca (İÖ 4-İS 65) stoacı bir düşünürdü. Stoacılıkta, ne ölüm, ne hayat yüceltilmiyor. Stoacılar esas olarak ‘şimdi’ye, ‘doğaya uyumlu’ olmaya, insanın tamamen doğaya uygun yaşaması gerektiğine inanıyorlardı. Ayrıca Stoacılık ‘kaderi’ insanın yaşaması gereken zorunluluk olarak görüyordu. Yani ‘Kaderden şikayet edilmemesi’ gerektiğini öğütlüyordu. Kader’den yakınmanın, ah vah etmenin, insanı kötülüğe götürdüğünü söylüyorlardı. Seneca, felsefeye yaklaşımını, tüm stoacılar gibi, önce “doğaya uygun yaşamak” ve “en yüce iyiye ulaşmak” olarak kurguladı.
Bu ilkeler, Seneca için, bilge insan olabilmenin ayrımıydı.
Bilge insanın, yaşamın dümeninde oturduğunu, belirtti Seneca.
Seneca’ya göre “hiç kimse bilgeliği öğrenmedikçe , mutlu bir yaşam süremez.”
Yaşamımızın dümeninde, bizim oturmamız, günümüz bilgeliği için de, önem taşıyor.
Bu Tanrısal Öngörü anlayışında, sevgi ve iyilik kavramları gerçekten de başrol oyuncuları. Sevgi ve iyilik kavramlarının hakkını vermeden, modern insanın, sürekli tanımadığı bir mutluluğun peşinde koşma takıntısı, aslında insanı ‘huzur’dan da uzaklaştırıyor. Belki de gerçek mutluluğumuz, bu yaşamı iliklerine kadar anlayarak, anlarımızın kıymetini bilmeye bağlı. Kendi içimizdeki sezgiyle, yalınlaşmış bilgiyi bütünleştirerek; azıcık bilgeleşmeye ihtiyacımız var. Mutluluk olduğumuz kadarının, en azından olabildiğimizin hakkını vermeye bağlı çünkü. Ama bunların tümü için sevmek, sevgiyi derinliğine yaşamak, hayatlarımız boyunca da iyiliğe yakın durmak gerekir…
Günümüz insanı ve problemleri… Kendi çizgisinde birçok meseleyi içinde barındırıyor. “Modern” ile beraber değişen, farklılaşan ve kimliğini yadsıyan insan olgusu için bir kurtuluş var mı?
İnsan için, bu yeryüzünde ve günümüz dünyasında gerçek anlamda kurtuluş, ruhsal aydınlanmayı yaşayabilmek, hayatın perde gerisinin farkına varmaktır kanımca.
Elbette güzellikler kadar zorluklar da var. Ayrıca sizce, hiçbir zorlukla sınanmamış bir insan, zorluklarla sınanmış bir insan kadar; hayatın, kendisinin, insanlığın, mutluluğun, huzurun değerini bilebilir mi?
Yine dürüstlüğü hiç sınanmamış olan bir doğruluk anlayışı, kendi ölçüsünde ne kadar doğru sayılabilir ki! Belki de ruhsal bir aydınlanma yaşamak, ya da buda ruhsallığı ile zorba özgürlüğünün birlikte dans etmesini sağlamak için; insan önce kendi faniliğinin farkına varmalı ve yaşamın tüm zor koşullarına katlanmayı, gayret göstermeyi, ruh halimizi doğanın yasalarına uyumlu olarak dengelemeyi öğrenmeli. Çünkü başımıza gelenleri kabullenip, zorlukları göğüsleyerek anlamlanıyor bu yaşam.
En önemlisi bu zor yaşamla, elimizdekilerle birlikte başa çıkabilmek duygusu.
Günümüz derslerle dolu değil mi, bu yaklaşım.
Bazen tüm zor koşullara katlanmadan, genel olarak her zaman gayret göstermeden, ruh halimizi gerçekten doğaya uyumlu hale getirmeden, tam mutluluk mümkün mü?
Huzurlu olabilir miyiz, iyi hissedebilir miyiz? Yaşadığımız ana şükredip, “En yüce iyiye ulaşmak.” felsefesi; uygulanabilirlik açısından, belki bize uzak bir ütopya olarak görülebilir. Ama önemli olan yolu bitirmek değil, yolcu olmak, yolda olmaktır belki de…
“Hatırlamak” kitabınızda önemli bir yer tutuyor. İnsanın hatırlaması ve öncesini yâd etmesi. Ondan güç alması. Oysa günümüzde bu değer giderek yitiyor. Hatırlama düşüncesi özelinden günümüze baktığınızda ne düşünüyorsunuz?
Hatırlamak çok önemli. Günümüz insanı ise tam aksine bir hatırlama fukarası. Örneğin haklı verilen savaşların dışında, dünyanın sürekli birbiriyle savaşan haline bakınca insanın içi acıyor. İnsan aslında hatırlayabilseydi, önce geçmişe bakması gerekirdi. Çok uzağa gitmeye gerek yok. Sadece İkinci Dünya Savaşı’nı hatırlamak yeterli. Üstelik tüm dünyada bu savaşı hatırlatacak o kadar çok şey yapıldı ki…
Ama unutuldu. Aslına bakarsanız İnsanlık tarihinin belki de en kanlı savaşıydı. Savaş sona erdiğinde 60 ile 65 milyon arasında insan ölmüştü. Üstelik İkinci Dünya Savaşı’nda ölen 65 milyon civarında ölen insanın yüzde 33’ü asker, geriye kalan yüzde 67’si sivildi. İnsanlık Ortaçağ Barbarlığındaki yöntemleri yaşadı, acının, vahşetin, zulmün, insanın insana yaptığı kötülüğün çıtası en üst düzeydeydi. Korkunç değil miydi? Şimdi bunların hepsi unutuldu. Dünya ayrı bir nefret zincirinin içinde, ayrı savaşların eşiğinde. Gerçek anlamda hatırlama eylemi olsaydı, insanlık farklı yöne seyrederdi. Aslına bakarsanız, insanın bu sorunlarını, insanı savaşmaya iten bilincini, değiştirmeden bunları ortadan kaldırmak mümkün olamıyor. Önce bu sorunları yaratan bilincin yükselmesi, farklılaşması gerekiyor galiba.
“Walt Whitman mutluluğu”ndan “Lord Byron mutsuzluğu”na giden yol sizin için nedir? Bu iki uç arasında neler ve kimler vardır?
Ben sorunuzu tersine çevireyim; kanımca tam aksine, “Lord Byron mutsuzluğu”ndan, “Walt Whitman mutluluğu”na doğru gitmek gerekli. Çünkü iki şairin arasındaki fark, birinin şiirinde (Walt Whitman’da) ruhsal bir aydınlanmanın izlerini, diğerinde ise gri bir mutluluğun, yani karanlık bir mutsuzluğun izlerinin olması. Bu iki uç arasında doğal olarak hayatın her aşaması var. Ama “Walt Whitman mutluluğu”na yansıyan, dizelerinden akan ruhsal aydınlanma serüvenidir.
Özellikle “Kehf Suresine Yung Yorumu” gibi bölümlerinizde dini kitaplara farklı yaklaşımları ele alıyorsunuz, örneklendiriyorsunuz. Başkalarını da farklı biçimlerde ve farklı disiplinlerde çalışmaya çağırıyorsunuz. Bunun nasıl bir yankısı olacağını düşünüyorsunuz? Dini metinlere bu tür yaklaşımları nasıl görüyorsunuz?
Bir Din adamı, bir ilahiyatçı ya da bir teolog değilim. Sadece mütevazı olarak, kavramların peşine düşen bir fikir işçisiyim. Bu nedenle Din ya da Dinler konusunda iddialı, kocaman laflar etmek istemem. Bu nedenle, ben daha çok araştıran bir insan ya da bir yazar olarak, aslında ezelden geleceğe doğru giden, her kadim geleneğin özünde bulunan, Kalıcı Felsefe ya da Ezeli Hikmet ile ilgileniyorum. Sadece bu uğurda kollektif bir düşünme çabasının, insanın bakış açısını değiştirebileceğine ya da insana yeni kapılar açabileceğine inanıyorum.
Bu nedenle çaba harcıyorum. Ayrıca ‘insanlığın içindeki yeni ve güzel insana’, insanın özünün, insanın kötülüğüne galip geleceğine inanıyorum.
“Düşünce adamları”nın mirasları her zaman yaşayacaktır. Hallac-ı Mansur gibi. Üstelik sözlerini hayat mücadelesiyle de ortaya koyan bir isim. Bu gibi artık sembol hâline gelmiş isimler insanlık tarihi için ayrı bir önem taşıyor. Siz de bu gibi hadiselere değiniyorsunuz. Düşünce tarihine ışık tutan bu isimler için, sizde özel bir yer tutanlar kimlerdir?
Açıkçası bu konumda olan yaşamış arif, bilge insanların hepsinin bende ayrı bir yeri var.
Örnek verdiğiniz Hallac-ı Mansur da bunlarından biri. Aynı şekilde bir zamanlar eşitlik fikrinin peşine düşmüş, ama aynı oranda gönlüyle insanı yüceltmiş Şeyh Bedreddin’in de yeri var kalbimde, kalbimizde; koca Mevlana’nın da, Yunus Emre’nin de; bir zamanlar bir meydanda yakılmış Bruno’nun da… Benzeri tümü çok büyük isimlerin de… Daha da öncesine gidersek, Sokrates’in de, Platon’un da, Pisagor’un da… İnsanlık tarihinin aydınlanma merdivenlerini o kadar çok isim yüceltti ki, hiçbirini unutmamak gerekli. Sevgiyle, hissederek hatırlamak gerekli.
Hem doğu kültürlerinden hem de batıdan geniş bir şekilde yararlanıyorsunuz. Buda’dan Whitman’a kadar geniş bir kapsam söz konusu. Tüm bunları kaleme alırken bu kültürlerin hangi noktalarda kesişip hangilerinde ayrıştığını düşünüyorsunuz?
Sorunuzun yanıtı öylesine uzun ki yine tüm kitabın içeriğini kaplıyor gibi.
Batı’nın insanlığa kattıklarını, derinliğini, zekasını, parıltısını hiç unutmadan; ama sezgilerime de dayanarak; ömrü boyunca hep yerli düşünmüş ve Türkiye fikir hayatına ciddi katkıda bulunmuş çok değerli rahmetli Cemil Meriç’in bir kitabının adıyla yanıt vereyim, izin verirseniz bu sorunuza:
“Ex Oriente lux”; yani “Işık Doğu’dan gelir!”
Bu tarz eserlerin sayısı pek fazla değil. Dört Gün Buda Üç Gün Zorba ile birlikte yeni kitaplar yazma fikri uyandı mı sizde? Veya böylelikle bir atılım olacağını hissediyor musunuz?
Kişisel açıdan kitabımın sonunda, kitabın devamının geleceğinin işaretini vermiştim. Benim açımdan bu yazı serüveni, şiirlerimle birlikte, ömrümün sonuna kadar devam edecek. Bu kitap beni yeni kitaplar yazmaya da kışkırttı. Umarım başkalarını da bunu tamamlayan kitaplar yazmaya kışkırtır.
Size de kitabıma gösterdiğiniz ilgi için çok teşekkür ediyorum.
Melody Abdullah – edebiyathaber.net (29 Ocak 2018)