“Siz dolandırıcılar, siz dolandırılmışlar!”
Yıllar önce Undine’in Laneti’ni anlatmıştım dostuma. Ardından Asaf Hâlet Çelebi’nin o güzel şiirini okumuştum:
“seni bahçelerimde uyuttum
seni duvarlarımda sakladım
havuzlarıma güneşler vurduğu zaman
gözlerini açıp bana gülerdin
bahtiyâaar
yazık sana verdiğim emeklere”[1]
Şaşırmıştı. Bunca öfkeyi anlayamamış, belki benim dilime yakıştıramamıştı. “Asla” demişti, “asla böyle öfke duyamam bir zaman sevdiğim insana. Asla.” Gülmüştüm. Gülerek öpmüştüm onun yüreğini. Bu sevgi ya da öfkeyle ilgili değildi. Beddua ya da lanet yoktu. Bir açıklık sorunuydu, ciddi sonuçları olan bir çıplaklık oyunu…
“Bütün bu sözler kalkacak ortadan, nedenini de sanırım söyleyebilirim. Çünkü soruları herhalde bilirsiniz, hepsi ‘Neden?’ diye başlar. Benim yaşamımda soru yok. Suyu seviyorum ben, ondaki yoğun saydamlığı, ondaki yeşili seviyorum, sudaki suskun yaratıkları (ben de çok geçmeden onlar gibi susacağım!), bu yaratıklar altında salınan saçlarımı, ondaki, o hak gözeten sudaki, sizi başka türlü görmemi önleyen o umursamaz aynadaki saçlarımı seviyorum. Kendim ile kendim arasındaki o ıslak sınır…”
“Undine Gidiyor” (Ingeborg Bachmann, Otuz Yaş, çeviren Kâmuran Şipal, Bağlam Yayınları, 1989, İstanbul) da bir çıplaklık oyunu; bir çıplaklık oyununun trajik (ve alışıldık) sonuçlarını yine bir çıplaklık oyunuyla, adeta meydan okurcasına önümüze seren bir anlatı. Evet, elbette öfkeli anlatıcı, elbette sözcükleri tükürür gibi savuruyor dünyaya. Yeri geldi mi mızrak her cümle, her cümle bir tokat.
Çünkü dünya ile Undine arasında bir savaş var. Bir çıplaklık savaşı, bir cesaret oyunu; bir tür varoluşsal Rus ruleti. Namluda erkekler var – ki bu şaşırtmıyor bizi. Elbet kadınlara saplanıyor her kurşun.
“Ama erkekler bütün bunlara karşı susar. Eşleriyle çocuklarının saçlarını sadakatle sıvazlar, gazetelerini önlerine açar, faturaları gözden geçirir ya da düğmeyi çevirip radyonun sesini iyice yükseltirler.”
Çünkü erkekler eli yükseltemez – gürültüdür onların kaçışı. Gürültüden Undine’in su gibi sessizliğine kaçarlar; Undine’in mızrak gibi sessizliğinden gürültüye kaçarlar.
“Kahkaham uzun süre çalkalandırdı suları, guluk guluk bir kahkaha, hani geceleri bazan dehşet içinde öykünmüşsünüzdür, çünkü gülmeden yapılamayacağını, korkmadan yapılamayacağını, kendi kendinizden bıkıp usandığınızı ve zaten kendinizle uyuştuğunun bir zamanın asla varolmadığını biliyordunuz.”
Undine olanı ve olmazı gösterendir; suda kırılan yaşamın çıplak gerçeğidir. Çekici bir çağrıdır varlığı; insanı kendine bakmaya davet eder. Dayanılmaz bir yoldaştır tam da bu yüzden; insan aynalardan önce Undine’i kırar.
“Bitişe doğru bir çağrı. Siz canavarlar, çağrının anlamını anladığınız, çağrılmanıza ses çıkarmadığınız, kendinizle asla uyuşmadığınız için sevdim sizi. Bana gelince: Benim ne zaman kendimle uyuştuğum oldu?”
Kaosun berrak halidir Undine. Anlaşılmak istediğinizi söyleyerek ama anlaşılmayacağınızı umarak çağırırsınız onu. Gelir. Anlar. Ve anlamaz.
“Konferans masalarında oturmalarınızı, gözdağı vermelerinizi, falan ya da filan şeyi kanıtlamaya çalışmalarınızı, siperler gerisine çekilmelerinizi o kadar mükemmel anladım ki, bunlar anlaşılır olmaktan çıktı benim için.”
Tam istediğiniz gibi. Tam korktuğunuz gibi. Birden Undine olur kendi benliğiniz karşısında duyduğunuz dehşetin adı.
“Sizlerle birlikte yaşamaktan hasta eşleriniz ve kendi elinizle ölüme mahkûm edilmiş çocuklarınız, bunlar ölümü öğretemedi size, yalnızca azar azar onu size yaklaştırdı. Ama ben her şey mükemmelken, her şey aydınlık ve çılgınca bir taşkınlık içindeyken bir bakışla öğrettim size, ölüm var içlerinde dedim.”
Size sizi gösterir sizin çağırdığınız Undine, size ölümü ve sınırlarınızı gösterir. Kendi yalnızlığının kutsallığında parçalar sizin karanlıktan korkan çocuk yalnızlığınızı.
“Yalnızlığını asla paylaşamayacağım, çünkü kendi yalnızlığım duruyor ortada, çoktan beri, ve daha çok zaman duracak, sizin tasalarınızı paylaşmak için yaratılmadım.”
Ve o zaman, işte o zaman tehdidi hissedersiniz: sizin gibi olmayan, sizin gibi olmayacak biri. Bedduaya ya da lanete sığınmayan, çıplaklığıyla tüm oyunu bozup yeni bir oyun kuran biri. Oyununu kaybetmek üstüne kuran biri. Tehlike.
“Derken ansızın bir tehlike kesildim sizler için, henüz vakit varken sezdiniz tehlikeyi, beni lânetlediniz ve göz açıp kapamadan pişmanlık duydunuz.”
Ve işte, böylece çekilirsiniz oyundan. Çekilirsiniz Undine’den. Sizi gören, sizi kendinize gösteren Undine’den:
“Bir mülke karşı, bir mülk uğrunda, zorbalığın yokedilmesi için, beri yandan silâhlanma uğrunda, eski ve yeni uğrunda, ırmaklar ve ırmakların düzenlenmesi uğrunda, bir yanda yemin, bir yanda yeminden kaçmak için kavga ettiniz.”
***
Kıran kırana, yıkıcı bir öykü bu. Evet, öyle. Dostuma bunu söyledim. “Bak” dedim, “bak, bu öfke değil. Bu tam da kendisi arı öfkenin, ta kendisi katıksız çıplaklığın! Bak! Bak ki gör, sensin Undine!”
“Şimdiye dek kimse kendinden böyle söz açmadı. Adeta gerçek. Adeta öldüresiye gerçek. Suyun üzerine abanıldı, el çekildi çekilecek. Dünya karanlık artık.”
Anıl Ceren Altunkanat – edebiyathaber.net (5 Ekim 2015)
[1] Asaf Hâlet Çelebi, Bütün Şiirleri, “Beddua”, YKY, 2004, İstanbul.