Romanı var eden koşullar, bir anlamda toplumun/ülkenin tarihsel/toplumsal ve ekonomik durumudur. Yani romancı varlığını orada biçimler. Anlatıcı olarak kendini var ederken, topluma/insana dönük edindikleriyle de anlatıcı bilincini kurar.
Ünsal Oskay, buna, “modern toplumların, maddi kültürünün gelişmesi” bağlamında bakıyor.
Romancının toplumu/insanı kavrama bilinci her dem önemlidir. Neyi, nasıl, niçin yazabileceğinin aurasını orada bulur çünkü.
Yazarın uğraşı dediğimiz şey bir bakıma kazıcılığa benzer; insan-insan, insan-toplum ve doğa ilişkilerine dönüktür onun bu kazıcılığı.
Yazar, yani “yazan kişi”, anlatan; Sartre’ın deyimiyle; “konuşan kimsedir; o gösterir, ortaya koyar, buyurur, yadsır, çağırır, yalvarır, hakaret eder, inandırır, araya sokuşturur.”
Çünkü o, kendisine her an şunun sorulabileceğini de bilmelidir: “hangi amaç uğruna yazıyorsun?”
Ve daha birçok soru…
Amaçlanan YAZI, uğraş edinilen YAZMAK…
Peki; yazar niçin yazmak ister? Yani onu yazmaya yönelten nedir? Durup dururken mi bir roman yazmaya soyunur?
Bakın Elias Canetti ne diyor:
“Gerçekte bugün yazar olma hakkından ciddi olarak kuşku duymayan kimse yazar sayılamaz. İçinde yaşadığımız dünyanın durumunu göremeyenin o dünya üzerinde yazacak hemen hiçbir şeyi yoktur.”
Yazmak bir bakıma söylemektir; ne için/ne adına konuşuyorsa yazar, bunlar üzerine ettiği sözlerin anlamsal bütünlüğü, biçimi olmalıdır.
Bu bakımdan ROMAN, yazar için, sorunsallar örgüsünü kurma/dillendirme sanatıdır. Yani, insanı/toplumu anlatırken onlara dair fark ettiklerini dillendirir. Çatışmalarını, açmazlarını, sorunlarını yansıtır.
Romancı, bu bağlamda, fark edendir. Öngörücü değildir ama; olup biteni fark eder, bunlara dair yeni yorumlar/önermeler getirir.
Bu da, romancı için şunları kaçınılmaz kılar:
*Gündelik yaşamın kavranışı,
*Toplumsal olanın gözlemi,
*İnsan davranışları/yaşantısının gözlemlenmesi,
*Ekonomik/siyasi yapının ne olduğunu bilmesi,
*Edebi, estetik dokunun yeniden özümsenmesi,
*Tarih bilinci…
Romancı, kopuşu değil bağlanışı anlatır. Yani insan- toplum gerçekliğinde varoluşsal algının bakışıyla yol alır. Yan değil, tutum içerir onun bakışı. Eleştirellik her daim başat ögedir anlatısında.
Yeni ve edebi olanı kurma anlatısında önde olmalıdır. O, özgünlüğünü de hem buradan hem de biçemden alır.
Ünsal Oskay şunun altını çizer özellikle:
“Roman, verili toplumun yaşama üslubu karşısında bize eleştirel tutum kazandırmalıdır. Bu eleştirel tutumun ereği ise, modern toplumun bugünkü etiğini gerçekten aşabilmek için, yalnızca kişiliğimize serbestiler talep edebilme yeteneğini kazandırmak da değil; bugüne kadarki tarihimizde yabancılaşma olgusunu kendisine temel almış tüm toplumsal dönemlerin oluşturduğu kişiliğimizden azat olma isteği ve yeteneği kazandırmak olmalıdır.”
Romanı, insanlık tarihine bakmak, toplum içinde insana insanı anlatmak olarak tanımlayabiliriz. İşte bu noktada Oskay, roman kavramına verili toplumun etiğinin oluşmasında şöyle bir anlam yükler: “insanı eksik insan olma durumundan kurtaracak olan özgürleşmiş insana varacak yolları açmaya yönelmesi gerekmektedir .”
Roman/romancı taşıyıcıdır elbette, insana karanlık yanlarını da gösteren, toplumun açmazlarını aydınlatan, bir o kadar da eksik olanları giderendir. Yani, sözle/anlatımla iyi duygular uyandırarak bakışını zenginleştirir okurunun. Öyle ki, “gündelik yaşamı algılama biçimi”ni değişkenliğe uğratır. Burada öğreticidir romancı. Zenginleştirme dediğimiz de budur.
Roman dönüştürür; okuyanı da, yazanı da.
Cioran’ın Avrupa’yı “roman toplumu” olarak tanımlaması da biraz bundandır. Oysa biz, henüz kendi roman toplumumuzu yaratamadık. Yazılan roman var, iyi kötü romancılarımız da var; ama romanı aydınlanmak, gelişmek, öğrenmek, kendi yaşantısını verili kılmak için hayatının vazgeçilmezi kılan bir okur kitlesinden söz edemiyoruz.
Dilde özleştirme çabası yeni edebiyatla yeni romancıları edebiyatımıza kazandırdı. Hatta Osmanlıcayı da Türkçeleştirdi. Ama gelin görün ki bir “roman toplumu” yaratamadık.
Yazılanla anlatılan…
Okunan bir romanda hemen şunlara bakmaz mıyız:
*anlatılan ne,
*yer/mekân, zaman,
*çağ/toplum,
*anlatılan kim/kimlerin öyküsü,
*anlatıcı kim…
Roman, bütün bu biçimler topluluğundan oluşur. Onları bir araya getiren romancının ne dediği/nasıl anlattığı ise adım adım okurken karşımızda netlik kazanır.
Bu noktada da romancının yaşamını bilmek, ne düşündüğünü öğrenmek kaçınılmaz. Yani, siz bir romanı okurken ister istemez romancının kişiliği/dünya görüşüne de dönersiniz. Yaratısal dünyasını anlamak için kaçınılmaz olandır bu. Ama dengede tutmak da gerekir, çünkü bir adım sonrasında okurun engeli olabilir romancının dünyasına fazla girmek.
Ne yazık ki günümüzde bunu medya yeterince yapıyor. Romancı da vitrin süsü olarak yazdıklarının önüne geçerek yazdığı romanı açıklamaya çalışıyor.
Evet, buradaki asıl paradoks şudur: Romancı, bilmektedir ki, karşısında bir “roman toplumu” yok. Yarattığı şey kendi kurmaca dünyasından çıkmaktadır çoğunlukla. Bu nedenledir ki tutup yazdığını açıklamaya çalışır. Oysa, iyi romancıların bunu yaptığını pek görmeyiz.
Daha geçen yıl yayımlanan Heba ile ilgili tek satır açıklamasını okudunuz mu Hasan Ali Toptaş’ın bir yerde?
Toptaş, hayata dokunan bir romancı. Bugün Sabahattin Ali’nin, Oğuz Atay’ın, Tanpınar’ın, Yusuf Atılgan’ın okurca yeniden keşfedilmesini biraz da buna yoruyorum ben.
Galiba dönüp o roman belleğimize bakmamız gerek; Kemal Tahirlerin, Orhan Kemallerin, Kemal Bilbaşarların, Necati Cumalıların, Samim Kocagözlerin, Fakir Baykurtların yarattığı roman iklimini kavrayarak “roman toplumu” kurmanın arayışına yönelmeliyiz.
Söz geldi “yerli roman” düşüncesine dayandı sanki!
Vedat Türkali’nin, İnci Aral’ın, Orhan Pamuk’un yeni romanlarını ardı ardına okuyup tamamlayınca bu konuya yine döneceğim.
Feridun Andaç – edebiyathaber.net (23 Aralık 2014)