Bazen diyorum, yaşadıklarımızı unutsak nasıl olurdu acaba? Günlük olarak kayıtlar silinse. Akşam yatıp sabah kalkınca tertemiz bir zihin. Oh, mis. Acısız, kedersiz bir yaşam. Her güne yeni bir başlangıç. Güzel olmaz mıydı? Olurdu belki de. Özellikle bu kadar acının içinde yaşıyorken!
Hani bir film vardı. “50 İlk Öpücük.” 2004 yılı yapımı romantik bir komedi. Drew Barrymore’un canlandırdığı karakterde böyle bir rahatsızlık vardı. İzleyenler anımsayacaklardır. Tam da böylesi bir şeyden söz ediyorum. Şöyle dönüp de yakın tarihe baktığımızda unutmayı istediğimiz, kurtulmayı istediğimiz o kadar çok yükümüz var ki… Sahte can yeleği üretip satanları bunu da yine Suriyeli çocuklara yaptıranları unutsak ne de güzel olurdu, değil mi?
Söz yine dönüp dolaşıp bir kitaba gelecek biliyorsunuz. Bütün bunları düşündüren, anımsatan Doğan Gündüz’ün Yapı Kredi Yayınları arasından yayımlanan “Unutma Oyunu” adlı kitabı. Daha kapağını görür görmez bu söylediklerim canlandı kafamda. Tabi anlatılan hikâyenin trajedisini hiç tahmin edememişim oyun denilince.
Kitap üç öyküden oluşuyor. İlki “Senin İsmin Ne?” Başlık bir soru olunca, öykü de yanıtla başlıyor haliyle. “Ooo, bir sürü ismim var” diyerek başlıyor sıralamaya minik anlatıcımız. Annesi, tombul dermiş örneğin. Babasıysa minik kuş. Babaannesinin kuzusu, anneannesinin tavşanı. Tüm bunları söylerken de kuşları, kuzuları, tavşanları bir güzel anlatıyor minik tombul. Bu kadar değil tabi. Halasının “halam”ı, dedesinin de “bıcırdık”ıymış. Ha bir de teyzesinin “aşkım”ı. Tüm bunların arasında gerçek ismini öğrenemesek de anlatıcımızın; o, çocuklara güzel bir sürpriz yapıyor ve seninle adaşız diyerek öyküyle sarıyor minik okuru.
Sözünü ettiğim üç öyküden ikincisi ise “Evimizin Yolu.” Daha önce böylesi bir yol tarifiyle ne bu kitabı okuyacak çocuklar ne de ebeveynleri karşılaşmamışlardır. Öyle güzel, öyle keyifli, öyle renkli ki burası. Zaten adresi de bulmak istemeyecektir kimse. Hani masal diyarı desek, değil. Gerçeğe de hiç benzemiyor, gerçek olamayacak kadar sevimli çünkü. En iyisi bu mahalleyi anlatmayayım, merak edenler okusun yaşasın. Hâlâ böyle yaşam alanlarına sahip olma şansımız var mı? Sanmam. Sanırım biraz geç kaldık. Düzeltilemeyecek şekilde bozduk, dağıttık yaşam alanlarımızı. Daha da önemlisi birlikte yaşamayı unuttuk. Önce bunu anımsamamız, öğrenmemiz gerekiyor sanırım. Başka bir dünyanın mümkün olduğuna inancımızla unutma oyununa geçelim. Sözümüz yine unutmaya geldi. Unutalım rahatlayalım derken bunu kastetmemiştim. Toplum olarak rahatlamamız için tam da bunları unutmamamız, yeni bir bilgi, taze bir bilgiymiş gibi kullanmamız, uygulamamız gerekiyor.
“Unutma Oyunu”nda dede-torun ilişkisinin en sıcaklarından, en sevimlilerinden birini okuyoruz. Fakat bir gün bu ilişki durağanlaşıyor. Çünkü dede, unutmaya başlıyor. Aslında unutma oyunu da böyle başlıyor. Ve dede, torununa, koltukta uzun süre kıpırdamadan nasıl durulacağını, yemek yediğini unutup ‘çok acıktım’ demeyi, tuvalet yerine mutfağa gitmeyi ve aynada kendini görünce ‘burada biri var’ demeyi öğretmiş. Torun Bıcırdık bu durumdan çok keyif alıp eğlense de gerçekte olanlar o kadar keyifli olmayacaktır, şimdiden söyleyeyim.
Biz balık hafızalı bir toplumuz, her gün her şeyi zaten unutuyoruz, bu kitaba ne gerek var ki anlatıyorsun, diyorsanız; siz de haklısınız, o zaman unutalım gitsin!
Mehmet Özçataloğlu – edebiyathaber.net (11 Ocak 2015)