Hayata ilişkin ideal olarak tanımlanan her şey bir başkasının varlığıyla anlamlandırılan parçalardan oluşabilir. Bu parçalar, belirli bir bütünselliğe kavuşma arzusunda olmayabilirler. İdeal denen; istenen, arzulanan, beklenen şey –uzlaşma duygusuna bahane yaratmak için karşılık gelen kavramları çoğaltabiliriz- insan zihninde yakın ya da uzak ânların karşılaşma olanağını barındırabilir. Nasıl olmak gerektiğiyle nasıl görünmek lazım geldiği hayatın yeni, oldukça öznel ve sadece duyumsanabilir özelliğini tanımlayabilir. Diğerinin onayına mahkûm kalışıyla yüceleceğini sanan insan, bakıldıkça görülmeyen varlığıyla, yeryüzünde dolduramadığı boşluğun etrafını kabul görmeyecek bahaneleriyle çevirmeye çalışır. Fark edilmek ve görülmek, insan zihninin soyutladığını, ruhun karmaşıklığında mümkün kılmaya çalışan çabadan fazlası değildir. Bu kadar sözün ve görüntünün elbet amacı var.
Sanırım hatırlamanın ya da hatırlamamayı tercih etmenin insan ruhunun böylesi çeşitli ve karmaşık hallerine cevabı bu amaca götürecek seçeneklerden pek uzaklaşamıyor. Çünkü insanın geçmişle, yaşanmışlıkla olan hesabı kolay kapanacak türden değil. Geçmişin, içinde yaşanılan saate, güne, mevsime sürekli peydah olması; tamamlanamadığından sebep, gereksiz bir güzellikle şimdiki zamana hâlâ yakın olduğu sanılmasından. Oysaki geçmiş, insanın uzaklaşmak istedikçe yakınlaştığı ve zamanın bağlamını kendisine uyumlu olabilmeyle kuran melankolik bir uzam. Öyleyse yaşamaya karar vermek için yapılması gereken, dürtüsel davranışların kaynağını oluşturan insan algısı üzerine tekrar düşünmek mi? Yoksa diğerlerinin ne düşündüğüyle geride bırakılamayan geçmişin istila ettiği duygulardan uzaklaşmak mı? Soruların cevaplarını bulmak tahmin edileceği gibi kolay değil. Tıpkı John Berger’in gerçekliğini gövdesinin ve bilincinin zamanı arasında saklayan insanın önceliği, başka bir zamanın akışında ruhunundur* deyişindeki gibi, hayatın boşluğunu derinleştiren geçmiş, insan ruhunun bu önceliğinde ifadesini bulur.
Avusturyalı yazar Margit Schreiner’in İlknur Özdemir çevirisiyle Yapı Kredi Yayınları tarafından basılan yeni romanı İnsan Dengesi, henüz kavranamayan geçmişi, şehirden uzak ıssız bir adanın içinde sorguluyor. Yakın aile dostlarıyla her yıl yaptıkları gibi bir aylık ada tatiline gidecek olan romanın anlatıcısı, bu tatilin günlüğünü tutuyor. Amacı şehirden uzaklaşarak yeni kitabı için yazmaya başlamak, herhangi bir mekânsal sınırlama, zihinsel ve ruhsal baskı olmadan iyi bir tatil geçirebilmek. Otuz gün boyunca hem adada yaşananları izliyor hem de anlatıcının duygusal değişimlerine tanık oluyoruz. Oysaki henüz tatile çıkmadan ansızın gelen misafirleri Sarah ve köpeği Habibi, ada tatilinin seyrini değiştirdikleri gibi geçmişte yaşananları tekrar hatırlatıyorlar. Üç yıl boyunca haber alamadıkları Sarah’ı karşısında gören anlatıcı, onun hiç beklemediği anda gelişiyle ne yapacağını bilemese de kısa sürede karar veriyor ve ada tatiline Sarah’ı da davet ediyor. Sarah, annesi ve babası üvey kardeşi Daniel tarafından öldürüldükten sonra bir klinikte tedavi görüyor ve klinikte yaşadıklarını günlüğüne yazarak geçmişi hatırlamamanın olanağı üzerine düşünüyor. İsrail’de Yom Kippur Yortusu’ndan önce yaşadığı bu acı, annesiyle babasının öldürülmesi, Sarah’ın sonraki hayatını değiştirip dönüştüren travmatik izleri taşırken, bu izlerden fazlasıyla etkilenen romanın anlatıcısı, insan belleği, hatırlama, keder, insan varoluşu hakkında tekrar düşünmeye başlıyor.
Margit Schreiner, iki anlatıcı ve iki günlük arasında okuru geçmiş hakkında düşünmeye zorluyor. Sarah’ın acıya tahammül edebilmek için kayıt altına aldığı duygularının, günlüğünün nihai olarak yöneldiği yer yaşayabilmek için hatırlamamak olurken, romanın anlatıcısının Sarah’ın travmalarıyla karşılaşması kendi kişisel algılarının farklılaştığı zamanı ve uzamı sorgulamasıyla hatırlamaya ekleniyor. Bu bağlamda Schreiner’in, romanın ana mekânı olarak neden bir adayı tercih ettiğini de anlıyoruz. Doğanın köklerinden koparak özgürleştiğini düşünen insanın duyumsayamadığı ve uzak hissettiği her ne varsa doğanın zamanından beslenirken, soyutlamalar ve belirsizlikler karşısındaki anlamını yine doğanın yabanıllığında buluyor. Belki de bu sebeple romanın ilk sayfasında doğa ve insan arasındaki bu karmaşık duygusal bağı ve yenişemeyen tarafını anlatarak başlıyor yazar. Böylelikle yeryüzü ve zaman arasında farklı hızlarda yaşıyormuşuz gibi düşünülse de ne yavaşlayan ne hızlanan zaman değişik biçimde ilerlemeye devam ediyor, birikme ve çözünme süreçleri hayata ekleniyor**: Herhangi bir anda yaşadığımız şey ne kadar derinse, bu derinliğin anlamlı kıldığı deneyim, tecrübe ve yaşanmışlık o oranda fazla oluyor. Zaman, yaşanmış olana süre tutan olmuyor. Yaşanmışlığı derinliği ve yoğunluğu bağlamında tekrar anlamlandıran oluyor. İnsan Dengesi, farklı yaşlarda iki insanın hayat deneyimlerini bu derinlik ve yoğunluk karşısında buluştururken; insanın iç düzenini, algılarının motiflerini, duyularının nedenlerini, duygusal tepkilerinin kaynağını, ruhla bedenin uyumlu hale getirilmesini, ahlaki görülenin sadece bir niyet sorunu olup olmadığını, iyinin ve kötünün ona bakanın görüşüyle biçimlenip biçimlenmediğini, doğa ve insan arasındaki ilişkinin birlik mi yoksa bozgun mu olduğunu tartışıyor.
“Herhalde insan, yapısı gereği doğaya uygun değil. Karşısında el değmemiş bir doğa bulursa o doğadaki yaşam ona çok yorucu gelir, dolayısıyla daha iyi duruma getirmek amacıyla o doğayı bozar. Onu iyileştirince, yani bozunca, bozulmamış bir doğaya ihtiyaç duyar. Aynı şey duygularımız için de geçerlidir. Onları nasıl kullanacağımızı bilemeyiz. Hiçbir şey olmazsa canımız sıkılır, bir şey olursa da hemen bize fazla yüklenildiğini düşünürüz.”
İnsan Dengesi, romanın diğer karakterlerini de farklı hikâyeleriyle Sarah ve anlatıcı arasındaki ilişkiye dahil ediyor. Anlatıcının kocası Bruno, aile dostları Josefine ve Willi, kızları Maya, oğulları Florian’ın kız arkadaşı Filippa ve Sarah’ın köpeği Habibi ada tatili boyunca anlatıcının mutluluğu hatırlatan derin, sakin ve düzenli hüznüne eşlik ediyor. Öte yandan doğada birlikte yaşamanın gerginliklerini, tartışmalarını ve uzlaşmazlıklarını paylaşıyorlar. Margit Schreiner’in gerek anlatıcının ada tatilini anlatan otuz günlük günlüğünde gerek Sarah’ın terapi gördüğü klinikte tuttuğu günlüğünde yazdıklarını doğanın ortasına, ıssız bir adanın sınırlarına dahil etmesinin nedenleri arasında şimdiki zamanın nerede başlayıp nerede bittiğine dair sorgulamasının da bulunduğunu söylemek sanırım yanlış olmayacak. Sarah’ın günlüğü başkalarının ne düşündüğünün veyahut ne gördüğünün insan üzerindeki belirleyiciliğini ve tahakkümünü eleştirmesi açısından önemli. Romanın içinde, insanın özgürleşmesinin olanağını sorgulayan, travmalarla yüzleşebilmenin trajik hakikatine odaklanan bir alt metin aynı zamanda. Klinikte kaldığı günler boyunca görülebilir uzamdan alınarak görülmemiş olan yokluğa mecbur bırakılışı, insanı içeren ve dışlayan sınırsızlığın uzamını betimliyor***: İnsan iç-gözü aracılığıyla kendi varlığına ait imgeleri ve düşünme yetisi uzamını kavrarken, iç-uzamına yerleştirdiği anlamla varlığını korur, geliştirir, yıkar veya yeniden kurar. Dolayısıyla İnsan Dengesi, Sarah’ın günlüğüyle yaşamaya karar vermenin diğer yolunu iç anlam arayışının köşeleriyle birleştiriyor.
Sarah’ın yaşadıklarını konuşarak değil anlatıcıya verdiği günlükle anlatması, anlatıcının adada yaşananları başka bir günlükle okurla paylaşması insanların, manzaraların, durumların ve hatta anıların bile değişimine karşılık, gerçekliği anlamanın yollarının tek olmadığını gösteriyor. Romanın anlatıcısı Sarah’ın günlüğünü gerçekten kendisiyle konuşmak için mi yoksa konuşamayacağını bilerek mi verdiğini düşünürken yaşananlar ve gizlenenler arasına sızan hayal edilen varsayımların neyi kanıtladığını soruyor. İmgelerle anlaşmanın açıklamaları, fikirleri ve anıları tamamlayan yanına birbirleriyle uzlaşmaz görünen insanların hikâyelerini ekliyor Margit Schreiner. Sadece geçmişi ve şimdiki zamanı ayırdığı düşünülen sınırda dolaşmıyor İnsan Dengesi, gelecek denen henüz deneyimlenmemiş zamanın ürküten ölçüsüzlüğüne de uğruyor. Romanın anlatıcısı hem dinleyen (Sarah’ın günlüğünü okuyarak yaşadıklarını öğrenen) hem de adada yaşananları okura aktaran. Gelgelelim anlatıcının bu niteliği salt Sarah’ın hikâyesine değil her bir roman karakterinin aklı ve duyguları arasındaki ilişkiye de odaklanıyor. Otuz günlük tatilin bitişiyle birlikte, yazılmış olan her iki günlük tamamlanmış gibi görülüyor; lakin geçmişle şimdiyi buluşturan ada, insanın hayatını çevreleyen dünyayı imleyen yüzleşme mekânına dönüşerek, başka bir uzama evriliyor. Adadan döndükten sonra Sarah’ın günlüğünün son bölümünü okuyabilen anlatıcı, adaya bir daha ayak basmıyor. İnsan Dengesi, insan varoluşunu kusurları, yalnızlığı ve korkularıyla açığa çıkarıyor:
“Bu anı da bir yanılsamadan başka bir şey değil. Çeşitli algılamaların, duyumsamaların, fantezilerin, kurulan bir kronolojinin, üçüncü kişilerin anlattıklarının, bugün yaşananların, fotoğrafların bir araya getirilmesinden oluşmuş bir şey. Televizyonda gördüğümüz birtakım resimleri, nedenini bilmeden içimize işlemiş birtakım yerleri, rüyadaymışız gibi yanımızdan geçip giden birtakım insanları biriktiriyor ve sonra unutuyoruz, sonunda tam da bu resimleri görmüş, o yerlerde yaşamış, o insanları tanımış olduğumuza kendimiz de inanıyoruz. Hiçbir şeyi kanıtlayamayız. Hatta doğduğumuz gerçeğini bile. Hangi bedenden çıktığını kim hatırlar ki? Anne babalarımız, varoluşumuzu sağlayanlar, ölürler; geriye elimizde, varolduğumuzu iddia eden bir belgeden başka bir şey kalmaz.”
Funda Dörtkaş – edebiyathaber.net (17 Ağustos 2018)
* Berger, John. (2012), “Ve Yüzlerimiz, Kalbim, Fotoğraflar Kadar Kısa Ömürlü”, Çev: Zafer Aracagök, syf. 16, İstanbul, Metis Yayınları.
** a.g.e, syf. 40-41.
*** a.g.e, syf. 57-58.