Juliet Escoria’nın “Manyak Juliet” adlı romanı, Emirhan Burak Aydın çevirisiyle Konu Kitap tarafından yayımlandı.
Tanıtım bülteninden
“Kathey Acker’dan beri hiçbir yazar, ergenliğin iç yüzünü bu kadar sözünü sakınmadan ve baş döndürücü bir şekilde anlatmamıştı bize. Bir anlatım ve üslup zaferi bu. Kültürel kız tanımlamalarına karşı müthiş bir isyan.”
-Lidia Yuknavitch
Yazdıkları VICE, The Believer gibi mecralarda yayımlanan, aynı zamanda bir öykü yazarı ve şair de olan Juliet Escoria otobiyografik bir eser olarak da tanımlanabilecek Manyak Juliet’te, görünürde hiçbir problemi olmayan ama içten içe korkunç bir karanlıkta mahsur kalmış, orta sınıf bir ailenin on dört yaşındaki kızını anlatıyor.
Juliet’in zihninde birtakım değişiklikler var. Her zamanki dostlarıyla anlaşamıyor artık, gittikçe esrar ve alkol hâkim oluyor hayatına. Bir yandan da sesler duyuyor, halüsinasyonlarla boğuşuyor. Ve bu dönüşüm onu intihara kadar sürüklüyor. Kimyası bozulmuş bir beyne sahip, psikiyatrların deneye yanıla tedavi etmeye çalıştığı bu genç kızın kendini kurtarması için seçeceği yollar ise dolambaçlı. Juliet, hiçbir şeyin siyah ve beyaz olmadığı, grinin hüküm sürdüğü dünyasında, umudu, belki de gitmekten en çok korktuğu yerde bulacak.
Manyak Juliet tekinsiz yerlerde dolaşan, cinsel tacize, eğitime, aile ilişkilerine, Amerikan okullarında yaşanan silahlı saldırılara, ayrıcalıklara, bağımlılığa, ilişkilere, akıl rahatsızlıklarına dair söyleyeceği çok şeyi olan çarpıcı bir eser. Kendine acımayan, gülmeyi unutmayan bir ses anlatıyor bu hikâyeyi ve bazen konuşmayıp dinlemek de şifa olabiliyor insana.
“Modern çağın Sırça Fanus’u olarak da nitelendirilen, bir ergenin bipolar bozukluk ile uyuşturucu bağımlılığından kurtulmasının hikâyesini anlatan bu otobiyografik roman, Escoria’nın bağımsız edebiyattaki en güçlü seslerden biri olduğu gerçeğinin altını çiziyor.”
–The Independent
“Manyak Juliet’i okurken, hayatın anlamına dair hepimizin paylaştığı hatalı mantıkla yüzleşiyor, böylece insanlığımızı daha da hak ediyoruz… Kontrolü kaybeden, bir ufuğu görüp ona doğru yürümeye başlayan tüm okurlar için bir hazine.”
–The Washington Post
“Baş döndürücü…”
–The New York Times Book Review
“Escoria, ergen hayatı ve akıl rahatsızlıklarına dair bir yetişkinliğe adım atma romanıyla çıkıyor karşımıza, bu eser aynı zamanda otobiyografik de. Korkusuz bir mütevazılıkla, unutulmaz bir hikâye anlatıyor, Juliet’in en karanlık sorunlarını açık açık tasvir ederken romantizme kapılmıyor.”
–Booklist
Kitaptan bir bölüm:
AÇILIŞ
Başlangıcı seçebilmek zor. Yaşadığım sırada parçalanışım ani görünüyordu, sanki eskiden bütündüm de sonra gerçekliğim hızla dağılıp kuma dönmüştü. Kuma bile değil, balçığa, çaresiz ve sızıntılı ve hastalıklı bir şeye. Ama eskiye dönüp baktığımda – en nihayetinde infilak eden, usul usul yanan bir alevdim.
Okulum bir tepenin zirvesindeydi, milyon dolarlık evlerle dolu sessiz bir semtin çıkmaz sokaklarından birinde. Oyun parkı okyanus manzaralıydı. Altıncı sınıftaydım, baharın başlarıydı, El Niño kışının hemen ertesiydi, hava olağandışı bir şekilde soğuk ve yağmurluydu. Haftalar sonra ilk bulutsuz gökyüzü, tuhaf gölgeler içinde hareket eden, nem yüzünden acayip, metalik limon sarısı gün ışığı. Beden eğitimi dersinden yeni çıkmıştık, bayrak yarışı, o kadar küçüktük ki sınıfın en hızlısı hâlâ bendim, oğlanlardan da hızlıydım, Matt Irwin’in parmaklarından kurtulup zafere ulaşmayı başarmıştım. Nefes nefeseydim. Sınıf arkadaşlarıma sırtımı çevirip okyanusa baktım, deniz sarı ışıkta parlıyordu, o kadar güzeldi ki katlanamadım. Katmanlarım arasında bir hareket hissettim, içimden dışarıya taşacakmışım gibi bir his, göğsümde açılan yarıktan lav kadar sıcak ve kirli bir şey akacaktı. Yabancı şeyi ilk o zaman fark ettim. Hem elektrikli hem heyecan verici bir histi ama aynı zamanda saklanacak bir şey olduğunu da biliyordum.
Böylece yuttum onu. Kendimi sessiz olmaya, kıpırdamamaya zorladım. İçimde mutasyona uğrayan bir şey yoktu. İçimde şeytani bir şey büyümüyordu. Her şey normal, diye mırıldandım kendi kendime, nefesim yavaşlayıp gün ışığı her zamanki sıradan rengiyle sakinleşene kadar, ardı ardına mırıldandım.
Belki de sebebi buydu. Karanlık varlığı hissettiğim, beynimi, bedenimi bir şeyin işgal ettiğini kabullendiğim ilk an. İçimde hastalıklı bir şeyler vardı. Kötü düşüncelerden ibaret bir vebaya, beynimde bir marşa dönüşecekti: Ölmek istiyorum. Ölmek istiyorum. Kendimi öldürmek istiyorum. Ölmek istiyorum.
O yıl rock yıldızı kendini vurmuştu, yani aklında intihar olmayan kimse yoktu. Eroin hâlâ cazibeli görünüyordu, ünlüler hâlâ sigara içiyordu, radyoda öfke dolu şarkılar çalıyordu. O noktada, belki de hâlâ normal, o yaşın getirdiği olağan acılar ve sorunları olan bir ergendim. Belki de bir tuhaflığım yoktu gerçekten. Ancak, her şeyin sekizinci sınıftan sonraki yaz mevsiminde karanlıklaştığından kesinlikle eminim, bu yüzden oradan başlayacağım.
edebiyathaber.net (2 Kasım 2020)