Erdem Özgül’ü, isim olarak k24’ten tanırım. Birkaç yazısını da okumuştum. Çeşitli gazete ve dergilerde öyküleri yayımlanmış ama onca mecradan yazar, şair okuyan ben, bir tekini bile okumadım ta ki 2021’de Dipnot etiketiyle okurla buluşan ilk kitabı ‘Unutulmuş Ataların Gölgesi’ndeki on üç öyküsünü okuyana kadar.
‘Karanlığa Gömülen’ adlı öykünün anlatıcısı bir kız. Yannis’in kızı. Babasının öldürülmesinden başlayarak annesinin ve kendilerinin ortak hayat hikâyesini anlatır… Diğer öykülerin anlatıcıları hep erkek ve çoğu da ya çocuk ya da genç… İlk öykü, ‘Garabetin Eli’ndeki mahkûm Mehmet Ali’yi anlatan da bir koğuş arkadaşıdır. ‘Süleyman Zerdeşt’in Tuhaf Ezidiliği’nin anlatıcısı da yaralı coğrafyadan Avrupa’ya sığınan başka bir mültecidir. ‘Dünyanın Her Yerinde Ararat’ınki de bir mültecidir. Yerinden, yurdundan edilenlerin başka topraklarda bir araya gelmeleri, tanışıp kaynaşmaları ve yaşama tutunmaları, yaşadıkları genel ortak hayatın bir sonucudur. ‘Ormanlara Sesinin Gümbürtüsü Ormanlara’nın anlatıcısı kolsuz bir mahkûmdur. ‘Sen Benim En Eski Arkadaşımdın’ anlatıcısı da bir darbe sırasında yitirilen oğulla, anasını anlatan bir tanıktır. ‘Yanık Sular’ın anlatıcısı bir dededir. Oğlundan, torununun çabuk büyüdüğünü ve karanlık geçmişlerini merak ettiğini öğrenir. Torununa birkaç mektupla karanlık geçmiş olan Dersim 38’de yaşadıklarını anlatır. Mektup türünde olan ikinci öykü de, ‘Zap Kemal ve Teğmen İsmail’in Günlerinden Birgün’dür. Anlatıcı kaç yaşlarında olduğunu bilmediğimiz bir oğuldur. Babasına içeriden biri olarak Zap Kemal’le, Teğmen İsmail’in gün içindeki çatışmasını anlatır. ‘Asuri Köyünde’nin anlatıcısı da Asuri Sabri’nin arkadaşıdır. ‘Siyah Dağ’ın anlatıcısı da bir çocuktur. ‘Ku Yev İm Miçev’in anlatıcısı da yine bir çocuktur. Şiirsel bir dille babasını ve onunla olan ilişkisini, sevgisini, hayranlığını anlatır. ‘Berlin Duvarı Güncesi’nin anlatıcısı da ‘Garabet’ çocuktur. Duvar’ın yıkılışının neredeyse naklen yayın verildiği zamanlarda ailesinin gördüğü baskıdan ve zulümden İstanbul’a göç edişlerini dillendirir.
Erdem Özgül’ün anlatıcıları ya kendi başlarından geçenleri ya da tanık olduklarını anlatır. Öykü bitince eski zaman anlatıcıları gibi sonunda ya doğrudan ya da dolaylı biçimde birkaç cümleyle de olsa, ‘kıssadan hisse’ çıkarmaları için ders verir veya sesli düşünerek kulağı tersten gösterirler. Bu bilinçli bir seçim mi yoksa öykülerin tematik olmayışlarının bir sonucu mu bilemem. Bildiğim şu ki Özgül de yazarlık kumaşı var ve tepe lambasını en azından bu kitabındaki öykülerinde ülkesinin ve memleketinin de içinde yer aldığı geniş ve de kanayan yaralı bir coğrafyanın geçmişinden günümüze uzanan acılı tarihine tutmuş. Tutmuş ki anlatıcılarının bir biçimde yaşadığı veya yaşanmışlıklardan içselleştirdiklerini anımsayalım ve unutmayalım. Yaşamı ya da kurguladıklarını soğurup öyküye dönüştüren her öykücünün has şairler kadar işçiliği önemsemesi ve sınırsız bir öykü coğrafyasına sahip olması gerekir, derim. Ayrıca bir öykücünün, romancının coğrafyası, mekânı dar ve sınırlı olamaz, olmamalı da. Dar ve sınırlı bir coğrafyaya sahip her öykücü, romancı kendini aşamaz. Öykücünün veya romancının coğrafyası salt bildiği, konuştuğu dil ve içinde yaşadığı ortamla da sınırlı olamaz, olmamalı… Bunları da kapsayan daha geniş bir dünyadır görüşündeyim. Özgül’ün yazıkları bu açıdan sorunsuz… İlk kitap olmanın kimi olumsuzluklarını saymazsak… Örnek verecek olursam: Yirmi beş maddi, teknik ve yazım hatası var. Ayrıca ‘…derelere dadandı, balıklarla tanış, su samurlarıyla arkadaş oldu.’( Sf.9) ‘…Onlar duvarları yıkıp kaçıyorlar. Bizde atları, hayvanları bırakıp kaçıyoruz.’ (sf.130) (bizde değil ‘biz de’ olmalıydı. Diğerleri de noktalama ve yazımla ilgili hatalar)
Kanayan yaralı coğrafyadaki halkların geçmişten günümüze yaşadıklarını ve yaşıyor olduklarını anlatırken Özgül ne yaptığının, ne anlattığın farkında bence. Örneğin ‘Siyah Dağ’da anlattığı kasaba benim de tüm çevresiyle iyi bildiğim Ovacık’tır. ‘Sivas Katliamı’ yaşadığında kendisi on yaşındadır. İhtimal ki Radyo Hıdır diye adlandırdığı kişi de bildiği, tanıdığı biridir. Hıdır’ın anası Koca Ana’nın yanındaki anlatıcı çocuk olması da şaşırtıcı olmaz. O süreçte ve hâlen Dersim’in köylerine, yaylalarına, kasabalarına, ilçelerine yapılan baskınlara tanık olması da ihtimal dâhilinde. Yaşanmışlığı aktarmış olsa da sonuçta her metin edebiyata dâhildir.
‘Asuri Köyündenin’ anlatıcısı Asuri Sabri’nin arkadaşı. Onunla bir gece yola çıktıktan sonra eve dönmektense otogardan iki bilet alıp hiç görmediği köyüne yolculuk yapar arkadaşıyla… Buradan sonra ister istemez Limon Ağacı (Sandy Tolan) romanının dünyası ve atmosferi sarar okuru. Bu kaçınılmaz, çünkü aynı yaralı ve kanayan coğrafyanın bir başka yerinde geçer benzer olaylar. Asuri Sabri ile adını, milliyetini bilmediğimiz anlatıcı bir anda Arap Beşir ile Yahudi Dalia olur. Anımsar okuyan ya da filmini izleyen: Ortadoğu’nun kalbidir. Acı, savaş, anlaşmazlık dolu bir tarih. İki halk ve iki aile… Topraklarından zorla sürülen Filistinli Arap Beşir ve ailesi Nazi katliamından kaçmış olan İsrailli Yahudi Dalia’nın yürek yakan hikâyesini ve sımsıcak dostluğunu… Limon Ağacı, her şeyin pamuk ipliğine bağlı olduğunu hatırlattığı gibi yine her şeyin olabileceğini de hatırlatır. Umut aşılar. Tarihin ve savaşın acımasızlığına inat Ortadoğu’nun kalbinde yeşeren o dostluk, şefkat ve sevgi gibi karşılanır, karşılık görür ata köyünde ailesinin diktiği kavak ağacı gölgesinde Asuri Sabri de…
‘Ormanlara Sesinin Gümbürtüsü Ormanlara’ adlı öyküdeki kolsuz mahkûm Şemun Belh Tuma’dan dinlediğimiz hikâye, yakın tarihte cezaevlerindeki mahkûmlara yaşatılan ‘hayata dönüş operasyonu’ sırasında Veli Saçılık’ın başına gelendir. Çıkış bu hazin hikâyedir. Bazı tutuklu ve hükümlüler F Tipi Hücre Sistemine, tecrit uygulamasına direndi. 20 Ekim’de başlatılan açlık grevi / ölüm orucu eylemlerine karşı, 19 Aralık 2000’de, 20 cezaevine yaklaşık on bin güvenlik görevlisiyle operasyonlar yapıldı. Resmi verilere göre, 2’si asker 30’u tutuklu 32 kişinin öldüğü, yüzlerce kişinin yaralandığı, operasyonlara verilen resmi addır ‘hayata dönüş operasyonu.’ İşte, Burdur Cezaevinde 5 Temmuz 2000’de düzenlenen o operasyon sırasında cezaevi duvarını yıkmaya çalışan dozerin kepçe darbesi sonucu bir kolunu kaybetmişti Saçılık.
Geniş, yaralı ve kanayan coğrafya halklarının geçmişte ve günümüzde yaşadıklarından kotarılan öyküler farklı anlatıcılar aracılığı ile de olsa yaşanmış genel ortak bir hayat hikâyesinin sonuçlarıdır. Tematik olmasalar da bu ortak genel hayatların sonucu olarak sığındıkları, yaşamak zorunda kaldıkları topraklarda da farklı hikâyeler, hayatlar sürmeleri olağan… Bu değerlendirme içinde şimdinin ortak hayatı sonucu olan ‘Trende’ öyküsünün dili ‘ben öyküsel’ olmadığından, ‘Unutulmuş Ataların Gölgesi’ bütünlüğünden ayrıksı duruyor. Bu yüzden yer almamış olmasını isterdim.
‘Unutulmuş Ataların Gölgesi’ndeki anlatıcılar gösteriyor ki aslında hiçbir ata ve kök öyle kolay unutulmuyor, unutturulamıyor; unutulmaz, unutulmayacak da… Emeğine, bilincine sağlık sevgili Erdem Özgül…
edebiyathaber.net (24 Mart 2023)