Ursula K. Le Guin’le on altı yaşımda tanıştım. Üniversite yıllarında.
“Biz Bu Dünyadan Değiliz!”diyen, kimilerine göre romantik, kimlerine göre korkusuz, başka türlüsünü düşleyendendim. “Bu Dünya”nın üzerine barkot yapıştırmış, altına da Mülksüzler’den alıntı yazmıştık.
“Çünkü burada devletlerden ve silahlarından, zenginlerden ve yalanlarından, yoksullardan ve sefaletlerinden başka bir şey yok. Urras’ta doğru hareket etmenin, temiz bir yürekle hareket etmenin yolu yok.”
Öyle emindim ki, Ursula’nın Urras’ı, içinde dönüp durduğumuz şu yalan dünyadan başkası değildi. Anarres’e varmak için bu dünyadan vazgeçmeye değerdi. O zamanlar bana, “Bu sözler kimin? Urras neresi?” diye sorsalardı şöyle derdim:
“Ursula K. Le Guin’in Mülksüzler romanından bir alıntı. Shevek bizden biri. Kim diyebilir ki, Shevek gibi biri bu dünyaya gelmez… Gelmiştir. Hatta ne çok Shevek gelip geçmiştir bu hayattan. Anerres’e inanmış niceleri… Kavuşma hasretiyle yanan sevgili gibi, çölde bir âşık gibi susamışlardır devrime. Bir yerde ve bir zamanda durmuş bekliyor bizi Anarres, evrenin bir köşesinde yıldız gibi parlıyor. Belki şimdi Ursula’nın gözlerinden bu dünyaya, Urras’a bakıp kahrediyoruz. Ama hayır, Anerres’te başka türlüsü var, biliyoruz.”
Yıllar geçti. Ursula K. Le Guin’in bendeki yeri büyüdü. Yazdığı her şeyi okumaya, kaleminden feyz almaya çalıştım. Hatta yakın arkadaşlarıma, “Ursula teyzem olur,” bile dedim. Şimdi biri gelse, bana barkotlu Dünya’nın altındaki o alıntıyı ve yazarını sorsa başka şeyler söylerim. Ama hangisi daha güzel, hangisi yerinde bilemem. Çünkü edebiyata edebiyattan bakmanın yabancılaştırıcı bir yanı var. Metnin içinden de geçsek, biraz ötesinde durup bakmayı iş edinmişiz. Yukarıdaki açıklama okuduğunun büyüsüne kapılmış bir çocuğun sözleri. Edebiyatı edebiyatın içinden konuşan birinin değil.
Öyleyse bir edebi eserin, kurmaca bir metnin hayallerimize tercüme olması, bize bir dünya vermesi, o dünyada yaşamak hakkında konuşmak şimdilerde çok kolay değil. Ne desek yanlış ya da ne desek eksik kalıyor. Yanlış anlaşılmaya müsait bir yerdeyiz. Bir yazarı ve eserini niyetin çok ötesinde bir yere taşımak anlamlı mı, bilmiyoruz. Metne yüce anlamlar atfetmek doğru mu? Ursula K. Le Guin’in bir yerde Margaret Atwood’a kızdığını anımsıyorum. Atwood’un kendisini politik kehanetlerde bulunan biri gibi gördüğünü düşünen Le Guin öfkelenmiş. Ona göre bilimkurgu yazarı bir hicivci. Alternatif gerçekliğin politikacının değil, edebiyatçının elinde olması gerektiğini söyleyerek, metnin kehanetten çok eleştirel yanına dikkat çekmek istemiş. Bu yüzden bilemiyorum. Le Guin on altı yaşımdaki halimi ve Mülksüzler hakkında söylediklerimi bilse ne derdi? Saçımı mı okşardı yoksa eserini elimden almak mı isterdi? Yaman çelişki: Siyasetten uzak duramasa da sanat, sanatı kalbinden vurabilir çoğu zaman siyaset.
Ursula K. Le Guin, felsefeye, psikanalize ve politik kuramlara yakından bakan bir yazardı. Özümsediklerini kelimelerinin içine saklamış bir büyücüydü. Bu yüzden bilimkurguyu kaçış edebiyatı sayılmaktan kurtardı. Bu bile başlı başına politik bir eylem. Dili, edebiyatı iktidarın söyleminden uzaklaştırmak ya da kurtarmak devrimin ta kendisi. Hatta Le Guin “fantastik” kelimesinin asıl anlamını bile geçmişten alıp asıl anlamına taşıdı. Fantazmanın gerçekte olmayan şeyler anlamına gelmediğini, tersine düş yoluyla olanı görünür kılıp olmayana yol açtığını anımsattı. Günümüzde distopya ve ütopyanın eserleri yazılmıyor pek. Daha çok sinemada görüyoruz bilimkurguyu. Bugün edebiyatta daha çok “tanıklık” üzerine konuşuyoruz. Diyoruz ki, acı gerçekliğe, gerçeğin o dayanılmaz yüzüne bakmak için edebiyata ihtiyaç duyuyoruz. Çünkü gerçeğe ancak onu yumuşatarak, dışımızdaymış, uzaktaymış, kurmacaymış gibi yaklaşabiliyoruz. Aynısını bilimkurgu yoluyla yapan Ursula bize bu dünyanın içinden seslenseydi, dinlemezdik belki onu. Değişimin dilden başladığına inanmazdık.
Düş kurmak güzel, sınırsız. Düşlerimize giden yollar dümdüz değil üstelik. Le Guin ütopyayı hep el üstünde tuttu ama her ütopyanın içinde bir distopya yattığını inkâr etmedi. Aşılması gereken engeller vardı. Önce bunları bilmek, görmek gerekiyordu. Aşmaya çalışmak bizi dönüştürecekti. Aşmanın bir yolu da yazmak. Yazarken, henüz olmayanı düşlemenin zorluğu, olanı anlatmanın güçlüğü, yaşamı evrensele taşıma çabası üzerine düşünmeliydik kuşkusuz. Yazmak sınırlarımızı görmekti. Yazmak kendimizden çıkabilmek, sonra dönüp dönüşerek kendimize varmaktı yeniden. Yazmak bu dünyadan vazgeçmek, aldanışların tuzağına düşmemek, erkten uzaklaşmak, yeni bir dil kurmak, yeni ilişki biçimleri düşlemek, anlatılandan çok anlatılmayana odaklanmak, hatta olağan/sıradan görülenden kahramanlar yaratmaktı.
Biz kimiz diyebilmekti? Biz dediğimiz insandı. Sahi neydi insan?
Le Guin has edebiyatın küçük bir azınlığın ilgisini çektiğini, geriye kalan ne varsa “pop” olduğunu söylemişti. Haklıydı. Hatta buna şunu ekleyelim, mevcut dünyanın sorunları da küçük bir azınlığın derdi. Çoğunluk kanıksamayı, boyun eğmeyi tercih ediyor. Öyleyse edebiyat kendisi kalarak güzel. Kendisinden başka bir şey olmasına gerek yok. Ama bazen durduğu yerde taşıp dilimize dil, sesimize söz oluyor. Şimdilik uzak gibi görünen yaşam yollarına hayallerle ulaşmanın yolu olabilir mi edebiyat? Tahammül etmeyi, direnmeyi, düşlemekten vazgeçmemeyi sürdürmek az şey mi böyle bir dünyada? Kimine göre edebiyat organik bir dünya kurup kendini kandırmak belki, oyalanmak, hatta gerçeklikten uzaklaşmak. Ama yağma yok. Yaşamak kadar yazmak ve okumak da sorumluluk bir nevi. Kelimelerden kaçmak, düşünceden uzaklaşmak, kitaptan kapağını kapatınca kurtulmak öyle kolay değil. İşte Ursula okumak böyle bir şey? Eylem gibi bir şey. Yazmanın, okumanın, edebiyatın üzerine dönüp dönüp düşünmek. Kısa cümleler kurup yola öylece devam edememek. Gerçeğin hayalleri kırmasına izin verememek. Her türlü sınırı kaldırmak, düşlerle deney yapmak. Dilin düşünceyi kuran ya da yıkan gücünü duyumsamak. Yaşanmış tarihin bilinçaltını, henüz yazılanın bilinçdışını sezmek. Yazmak, gökyüzünün sınırsızlığına dalıp, çizilmiş tüm haritaları unutmak.
Le Guin’i düşününce, o, feminist/queer teorinin geliştiği bir döneme tesadüf etti. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra modernizmin sorgulandığı, hümanizmin maskesinin düştüğü yıllara. Sosyal bilim, doğa bilimi ayrımın feminizmin katkısıyla ortadan kalkmasına. Le Guin, geçmişle geleceği değiş tokuş etme isteğinden, teknolojiyi malzeme yapma ihtiyacından çok, tüm zamanların ötesinde zamanlar, mekânlardan ırak mekânlar kurdu. Hem geçmişi, hem şu anı, hem de geleceği aynı anda anlatmayı yeğledi. Ursula öyle bir yazar ki, yeri geldi eksiğini gördü, kibre kapılmadan açıkça düzeltti. Karanlığın Sol Eli’yle toplumsal cinsiyetçiliği tersleyen Le Guin, eşcinselliği dışladığı gerekçesiyle eleştirilince pişmanlık duydu. “Karhide’de Ergen Olmak” öyküsünde Kemer’i yeniden kurguladı. Çünkü metin sadece okur için, keyif için, yazmış olmak için değildi. Yazarın kendi yolculuğuydu. İşte bu yolculuğun has yolcusuydu Ursula.
“Benim kadar ileri gitmek istemeyen hiç kimsenin beni gitmekten alıkoymaya hakkı yoktur.”
Ölümsüzlüğü en çok Gılgamış istedi belki ama sonuna kadar gitmekten kendini alıkoymayan yazarları buldu ölümsüzlük.
Ne diyelim, güle güle Ursula, toprak incitmez seni.
Ne de olsa sana ölüm fani bir sözcük. Senin için ne yazsak hep biraz eksik…
Arzu Eylem – edebiyathaber.net (26 Ocak 2018)