Bilim kurgu ve fantezi edebiyatın büyülü kalemi Ursula K. Le Guin. Hayal gücünün önemine inanmış, kendisi hakkında konuşmayı çok sevmeyen, büyüklerin dünyasının gerçekliğindense çocukların gerçekliğini öne çıkaran, kendimizin farkında olmamızı, fantezilerden ve ejderhalardan korkmamızı öğütleyen bilge bir yazar. Le Guin hakkında çok şey söylenebilecek bir isim onu daha yakından tanımamızı sağlayacak kitap ise: bence Metis’in “seçkiler” dizisinden çıkan; “Kadınlar Rüyalar Ejderhalar”. Kitap Bülent Somay’ın ön sözü ile başlıyor. Somay, Le Guin’in denemelerini okumanın “soyucu” bir etkisi olduğunu vurguluyor ve bu etkinin bizi kendi bedenimize, kurumlara, (devlete, bilime, “gerçekliğe” ve gerçekçiliğe) olan inancımızı tüm dehşetleriyle üzerimize salıveren bir kuşkuya düşürdüğünü ekliyor. Ayrıca Somay’a göre yazarın amacı: Duygularımızı incitmeden mümkün olduğu kadar her şeyi alt üst etmek. Bu konuda kendisine katılmalı diye düşünüyorum evet Le Guin, bizim bence bilincimizle ve hayal gücümüzle oynayarak bizi gerçeklik karşısında şüpheye çağırıyor. Gerçekliği tüm çıplaklığıyla sunmaktansa bizi, samimi bir dille bir masalın içindeymişizcesine kurgulanmış bir dünyaya sokuyor. Ve bu dünya kuşkulu bir dünya, kesin gerçeklerin, evrenselin dünyası olmaktan çok okurun kendisini var edebildiği, yazarın otoritesini hissetmeden kendi dünyasını kurabildiği bir yer.
Le Guin bahsettiğimiz kitabın “Amerikalılar Ejderhalardan Neden Korkar?” adlı bölümünde bu soruya kendine has diliyle yanıt ararken hayal gücüne dair önemli şeyler söylüyor: “‘Hayal gücü’ deyince ben şahsen zihnin özgürce oyun oynamasını anlıyorum, hem entelektüel hem de duyumsal anlamda. “Oyun”la da yenilenmeyi, yeniden yaratmayı, bilinenle yeni olanın yeni bir şekilde bir araya getirilmesini kastediyorum. “Özgür” ile kastım, doğrudan bir kȃr hedefi gütmeden, kendiliğinden hareket edilmesi.” Bu anlamda hayal gücünün önemi ortaya çıkıyor çünkü bu güç elimizden alınırsa ortaya çıkan saf gerçeklikle baş başa kalırız ve bana kalırsa bu insanın ölümü gibi bir anlama gelir. Zihnimiz oyun oynamayı bırakması, Le Guin’e atıfla söylersek yenilenmemizin, yaratıcılığımızın durması olur. Hayallerimizin ölümü ise zihnimizin özgürlüğünün elinden alınmasına karşılık gelir. Yani diyebiliriz ki güç savaşı yalnızca dış dünyada verdiğimiz bir savaş değil bana kalırsa. Bu nedenle, hayal gücümüz ve başka dünya düşümüz için zihnimizi kendi irademize almalıyız. Ütopyalarımıza inanmaya devam edeceksek, bunun bir yolu da bence hayallerimize sahip çıkmak, onları birilerinin istediği ölü noktaya taşımaktan kaçınmak.
Yazar, aynı denemede çocukların fantezi ile gerçeklik arasında ayrım yapma konusunda büyüklerden daha başarılı olduğuna değiniyor. Yetişkinler gerçekle fanteziyi birbirine karıştırırken çocuklar mesela, tek boynuzlu atların gerçek olmadığı bilirler ancak Le Guin’e göre; eğer kitap yeterince iyiyse onun hakiki bir kitap olduğunu da bilirler. Ama yetişkinler çocukluklarını inkȃr ettikleri için yazara göre: Şu hüzünlü ve güdük gerçekle baş başa kalırlar; “Tek boynuzlu atlar gerçek değildir.” Yani büyüklerin gerçeklikleri çıplaktır, olduğu gibidir. Çocukların dünyasında ise gerçek yine kendisini korur ancak fantezinin, hayal ürünü olan herhangi bir anlatının belki masalın da gerçekliğine yer vardır. Sanırım bu daha çok şu sebepten; büyüklerin sınırlı, kurumlarla, bilimsel dayatmalarla kurgulanmış, öğretilmiş bir gerçeklik algısı var. Çocuklar henüz tam anlamıyla kurumların güdümüne girmedikleri için, daha çoğul bir hayal gücüyle bakabiliyorlar. Çünkü zihinlerinin ve hayal güçlerinin denetimi henüz kendi ellerinde. Çoğul bir hayal gücüne sahip çocuk sistemin biçimleyici uygulamalarıyla tekil, hayalsiz bir dünyanın büyüğü haline dönüşüyor. Le Guin bence bu nedenlerle de çocukluğun hayal dünyasını önemsiyor ve anlatısını belki de kendi içinde o dünyayı hep yaşatmasına borçlu.
Kitapta Le Guin’e ait bir diğer deneme olan “Çocuk ve Gölge” Andersen’in bir masalından yola çıkarak “gölge metaforu” üzerinden bize insan ruhunun çift yönlü varlığına dair önemli ipuçları veriyor. Andersen’in anlatısının kısaca özeti şöyle: Gayet kibar, nazik bir adamın, şantajcı, vicdansız gölgesi onu esir alır ve adam çok azap çeker bir gün bir prenses adama acır ve ölüme mahkûm ederek onu kurtarır. Burada gölge adamın istemediği yönlerini temsil ediyor ona azap çektirse de onun parçası. Le Guin’e göre: Gölge ruhumuzun öteki yüzü, bilinçli zihnin karanlık kardeşidir. O Frankenstein’ın canavarı, Dante’yi cehennemde gezdiren Vergilus’tur. O bilinçli benliğimize kabul etmek istemediğimiz, kabul edemediğimiz her şeydir; içimizde bastırılmış, inkȃr edilmiş ya da kullanılmayan tüm özellik ve eğilimlerdir. Kısaca Le Guin, İnsanın kabul etmek istemediği yanlarını gölgesiyle açıklamış. Ve insanın gölgesinin onunla birlikte yaşadığı gerçeğiyle bizi yüzleştirmek istemiş.
Ayrıca Le Guin denemesinde, insanın kabul edemediği yanlarını temsil eden, bilince kabul edilmeyen gölgenin, dışarıya ve ötekilere yansıtıldığından bahsetmiş. “Ben canavar değilim, diğerleri canavar. Tüm yabancılar kötüdür. Tüm komünistler kötüdür. Ama kedi tekmeyi hak etmişti.” İşte gölgesini bünyesine kabul etmeyenler, kendilerini hiçbir konuda “kötü”, “hatalı” görmeyenler var olmak için hep bir dış mihrak ve düşman arayanlar olarak çıkıyor karşımıza. Çok uzağa gitmeden kendi çevremizden, coğrafyamızdan onlarca örnek bulabiliriz bu konuda. Le Guin gerçek dünyada yaşamak için bu yansıtmalardan kurtulmak gerektiğine inanıyor ve Jung’un şöyle bir cümlesini aktarıyor: “Eğer birey kendi gölgesiyle hesaplaşmayı öğrenirse, dünya için gerçek bir şey yapmış olur. Günümüzün devasa, çözülmemiş toplumsal sorunlarının hiç olmazsa minicik bir parçasını sırtlanmayı başarmıştır.” Tüm bunların bence şöyle bir sonucu var: Kendi gölgemizle yüzleşmek ve yükü hep başkalarına, partilere, liderlere, seçimlere, parlamentoya veya başka herhangi bir şeye bırakmamak, payına düşen yükün öznesi olmak.
Le Guin’in her denemesi üzerinde konuşmaya değer ancak bu sınırlı yazıda bu kadarından bahsedebiliyorum. Aslında Le Guin’in hayal gücüne ve gölgelerimize dair söylediklerini okurken ve yorumlarken aklımdan hep Suphi Nejat geçiyordu, ne demişti giderken: “Şimdi tıpkı Peter Pan gibi Neverland’e gidiyorum, asla büyümemek üzere. Bundan daha çok beni mutlu eden bir şey olamazdı.” Ve de eklemişti: “Hayal gücü iktidara.” Le Guin’in çağrısının, Suphi Nejat’ın çağrısıyla tüm bu bahsettiklerimiz ekseninde örtüştüğünü düşünüyorum.
Emek Erez – edebiyathaber.net (16 Aralık 2015)