İlk yaramızı nedense hep en yakınımızdan alırız. Onu iyileştirmediğimizde de… Bir sarmaşık gibi sarar bizi… Sonra debelenip dururuz hayatın içinde… Ta ki nefesimiz kesilene kadar… Her şeye rağmen… İçimizdeki yabancılaşmayı üreten mekanizmaları (acıları) ve onların üstesinden gelme ve aşma olasılığını analiz etmek zorundayız. Ama çocuklukta içselleşen ve çevreyi değiştirdiğimizde bizde yeniden yaratılan egonun bölünmesini aşmak kolay değildir. Hele bir de içinde utanç varsa… Ama “utanç, güçlendirici bir şey olarak kullanılabilir.” der Fransız Sosyolog Didier Eribon. “Annemi ziyaret ettim. Onunla bir uzlaşmanın başlangıcıydı. Ya da daha doğrusu: kendimle, reddettiğim, inkâr ettiğim tüm parçamla bir uzlaşma.” Eribon, şiddet yanlısı ve homofobik bir adam olan işçi babasının ölümünden sonra doğduğu taşra kasabasına geri dönerek yapar geçmişiyle hesaplaşmasını. Onun gibi bir sınıf kaçağı olan Edouard Louis ise çalıştığı fabrikada geçirdiği iş kazası yüzünden yataktan kalkamayan babasını ziyareti sonrasında yazdığı kitapla… “Babamı Kim Öldürdü’yü yazmak gibi bir düşüncem yoktu. Ama onu öyle yıpranmış halde görünce…” Babasını (onun yokluğunun tarihini) anlatmak zorunda hisseder kendini. Tüm sıkışmışlığına öfkesine rağmen… Aile denilince sevgi ve nefretin sınırları bulanıktır hep. “Neden beni sevdiğini bir kez olsun söylemedin? Sevmekten neden utanır insan?”
Ataerkilden, homofobiden, yoksulluktan ve politikadan bahseder kişisel tarihini anlatırken bize. Hikâyesine daha fazla kişi katmak, kişisel tarihin, kolektif tarihten pek de farklı olmadığını göstermek için… Söyleyemediği şeylerle… Hep olmamış olanlara ait hatıralarıyla… Onu baba sevgisinden mahkûm bırakan toplumsal normlara, babasının emeğini sömüren, gençliğini çalan iktidarlara onların ikiyüzlülüğüne isyandır anlattıkları. Sadece babasıyla değil, onu şekillendiren her şeyle hesaplaşma isteği…
Gençlik hayatın bize armağanı… Oysa… “…senin gibilere bu armağanı çalmaya çalışmak düştü.” der babasına… “Sürekli çalışmak zorunda kalıp ölen baban gibi sen de… O duvarların ötesine gidemedin ve yarım kalmış bir hayatın içinde debelenip durdun. Onu elde etmek için nafile çabaladın. Duvarlarla ayrılan Almanya gibi diğer tarafa gitmen yasaktı.” Babasından bahsederken geçmişin diliyle konuşur Louis. Şimdiki zaman yalan söyler çünkü. Tıpkı politikacılar gibi… Yazdıklarının edebiyatın gereklerini karşılamadığının da farkındadır. Ama yaşamın içindeki bu yangın acil olarak söndürülmekten başka bir şey düşünmez.
Hayatın içinde değil de kıyısında yaşayanlar… Egemenlerin ezdiği ve ezmeye devam ettiği bir yaşamda şekillenen hayatlar… Ya bu kıyıda yetişen çocuklar? Şekillendikleri kişiliklerini çocuklarına da aşılamaya çalışan ebeveynleriyle hayatın içine nasıl girecekler? Çalınan hayatlarına direnmeyen, dünyanın tekrarına hizmet ettiklerinin bile farkında olmadan yaşayıp gidenlerle nasıl değişecek dünya? “Siyaset, egemenler için genellikle estetik bir meseledir: Bir tür kendini keşfetme yöntemi, bir tür dünyayı algılama, kişiliğini inşa etme biçimidir. Bizler içinse ölmek ya da yaşamak anlamına gelir.” Dünyanın işleyişinin ve sosyal mekanizmaların haritasını çıkarmak ister Louis. “Bir halkın utandığı suçlar onun gerçek tarihini oluşturur. Aynı şey insan için de geçerlidir” diyen Jean Genet gibi utandığı, dışlandığı geçmişine bir direniş ve hakikat mekânı olarak kullandığı edebiyatla da geri dönmek… Ama kurguyla uğraşmadan… “Annemin hayatına, çektiği acılara, yoksulluğuna baktığımda kendime hikâyeler uydurarak vakit kaybedemem. Mümkün değil, çok acil. Biz buradayken ve acı çekiyorken sahte karakterler yaratıp onlara sahte acılar çektirmeye ne gerek var? Neden kimse bizim hakkımızda konuşmuyor ve yazmıyor? Annemi, babamı neden kimse anlatmıyor?” O yüzden babasının (kendinin) hikâyesini tüm gerçekliğiyle kurmaca olmadan anlatır bize. Reddettiği, pişmanlık duyduğu geçmişini eleştirerek geri kazanmak için. Her şeye rağmen sevgi ve insanlık vardır merkezinde… Diğer tarafta ise öfke ve direniş…
Bu kitap sadece babası, annesi ya da kendiyle ilgili değildir. Hepimizin içinde yaşadığı dünyayla ilgilidir. İlaçlarını artık devletin karşılamayacağını söyleyen Jacques Chirac, çalışamadığı için devletten yardım alanlara “yancı” diyen sakat beline rağmen babasına çöpçülük işi yaptıran Nicolas Sarkozy, “çalışma yasası” ile işçilerin daha uzun saatler çalıştırılmasına olanak sağlayarak babasının belini daha da büken François Hollande, zenginlere vergi indirimi yapan Emmanuel Macron… (Benim de ekleyeceğim o kadar çok isim var ki…) Bu isimler çalınan hayatların katilleridir ona göre. Ve unutulmalarına izin vermemek için sık sık bahseder onlardan.
“Senin yaşamının tarihi seni yok etmek için birbirinin yerine geçen bu insanların tarihidir.”
Tarih dediğimiz şey… Aynı duyguların, aynı sevinçlerin; farklı bedenler ve zaman aracılığıyla tekrar üretilmesinden başka bir şey değildir. Ve tarihin sayfalarında rol kapan (…) bizler… Sadece yaşamcılık oynuyoruz. Dünyanın içindeki tüm nesnelerin içinde kulaç atmış gibi yapıp aynı yerde dönüp duruyoruz. Bizi diğer tüm canlılardan ayırdığını düşündüğümüz düşünme becerimizi kullandığımızı sanıp gurur duyuyoruz. Oysa… “Geçmişi, yani tarihi durup seyrettiğimizde,” der Hegel, ”ilk gördüğümüz… Yalnızca yıkıntılardır.” “Ya okulda öğrendiğimiz tarih?” diye sorar Louis. “Bize dünyanın tarihini öğrettiler ama sen, ben o tarihin dışında bırakıldık.”
Biz kimiz yaptığımız tüm o şeylerle tanımlanmanın dışında? Hayatımızı; yaptığımız şeylerden çok yapmadığımız şeyler belirlemiyor mu? Toplumsal normlar, yasalar, iktidarlar… Didier Eribon’un peşin hüküm dediği tüm o şeyler… Kadınların, geylerin, siyahların, transların, yoksulların üzerine çöken o peşin hükümler… Bize ulaşılması mümkün olmayan düşler ve hayatlar verip bizi şekilden şekle sokup bir kıskacın içinde yaşamaya mahkûm ediyorlar.
Egemen grup için tahsis edilmiş rolleri yerine getirerek yaşadıkları durumu kabullenenler… Bedenlerindeki sahte kıyafetlerle yaşayan mahkûmlar… Zamanla ‘hiç’sizliğe alışan… Yaşanılan tüm şeylerden bireyleri sorumlu tutan, yoksulluklarının, kaderlerinin, kendi hataları olduğunu düşünmelerini sağlayan iktidarların itaatkâr toplulukları… İktidarın bireyi istediği şeye dönüştürme gücü olduğunu söyleyen David Smail’ın büyülü gönüllüleri… Kapitalist toplumun egemen ideolojisinin kurbanlarıdır onlar. Tıpkı Louis’in babası gibi… Benim senin onun gibi…
Pierre Bourdieu‘nun kültürel sermayesi… Bugün birilerinin elinde toplanmış duruyor. Bu sermayeye ortak olamayanlar (az ortak olabilenler)… Kaderlerine (…) razı gelip başlarına gelen her şeyi kabul edip itaatkârlar olmaya devam ettiklerinde… Yaşadığımız dünyada hiçbir şey değişmeyecek… Bunun için sadece norma meydan okumak değil, tarih boyunca yanlış giden bu sistemi kökten değiştirmemiz gerek. Hem de hemen… Çünkü bizim gençliğimizi çalanlar çocuklarımızınkini de çalmaya başladılar.
“Tanrım, onları bağışlama, çünkü ne yaptıklarını biliyorlar.”
Vladimir Jankelevitch
Kaynaklar:
Edouard Louis, Babamı Kim Öldürdü, Çev. Ayberk Erkay, Can Yayınları
https://rancholasvoces.blogspot.com/2015/07/literatura-entrevista-didier-eribon.html
edebiyathaber.net (17 Mart 2023)