Bir gün göç etmek, yurdundan uzaklara gitmek; dilinden, yol yordam diye bellediğin her şeyden, alışılmış durumlardan, oturma kalkma, yeme içme, giyinme kuşanma biçimlerinden uzaklaşmak, aynı zamanda kendi hayatına da mesafe almaktır. Olan bitene kuşbakışı, yukarıdan bir yerden bakar insan. Tabii kendi bedenine, tenine ve ruhuna yazılanlara da.
Tenimize utangaçlık yazılmıştır. Kendi aramızda bunu zaman zaman mırıldanmaya kalkışsak da bu bilginin gürültüye dönüştüğü yer, bedenlerin çarpıştığı o andır.
Utanmayı ne zaman öğrendiğimizi unutmuşuzdur, ta ki bazı durumlar bize bunu hatırlatana değin. Malum, bedenler örtülüyken bile ipuçları gönderir birbirine, ama asıl çıplakken adap kodları yüzümüzü kızartmak, elimizi ayağımıza dolaştırmak, bizi düğüm düğüm yapmak için devreye girer. Sözgelimi, daha hemcinslerinizi iç çamaşırlarıyla görmeye alışık değilken, bir gün kadınlar için ayrılmış duş bölümünde çırılçıplak bir beden karşınıza dikiliverir.
Norveç’teydim, haftada bir kaç kere gittiğim yüzme havuzunun duş alma bölümünde. Kadınların birbirinden utanmadığı, kapılarla kapanmış tek kişilik kabinler yerine, duş bölümü öyle tasarımlandığı için, uluorta herkesin birbirinin gözü önünde yıkandığı bir ülkede. Alışmak süre aldı ama sonunda kendi çıplaklığımı, kendi bedenimi kabullendim.
Sarsılmıştım. Kadınların doğallığı sarsmıştı beni. Bedenlerinden utanmayışları. Beni utanmak zorunda bırakışları. Bedenim topyekûn bir utanç atlası olmuştu. Duştan sonra kocaman havlunun kıvrımlarına saklanırken, sorular yazılıyordu orama burama. Aynı kol bacak, gövde ve memeydi tanrının yarattığı. Ama ben daha meme derken bile utanıyordum. Bu mahcubiyetin kaynağına doğru yol aldı aklım, hafızam. Kim görmüştü beni çıplakken, hangi kadın, ya da kimlerden saklamıştım bedenimi tırım tırım? Bütün kadınlardan, hatta annelerimizden bile utanmakla geçmişti ömrümüz. Annemden saklamıştım onun dünyaya getirdiği bedenin parçalarını. Evet, beden ve parçaları vardı… Bedenim tüm doğallığıyla sahiplenebileceğim, tanıyabileceğim, sevebileceğim bir bütün değildi. Orada farkına vardım. Kendime ve bedenime öğrendiklerimle değil öğrenmediklerimle yeniden bakıyordum. Bu yeni bakış bütünler kadını, bu yeni bakış bütünledi beni.
Yıllar sonra diline, kokularına sokaklarının kalabalığına, yemeklerinin hiç unutamadığım tadına ve unutamadığım dostlarıma kavuşmak için geri döndüğüm ülkemde yaşadığım durumlar, okuduğum haberler, boşanmak isterken öldürülen kadınlar, gece oğluma ilaç almak için eczaneye koşarken benden “iş çıkıp çıkmayacağını” kontrol eden arabalar, tecavüzler öte yandan bu bütünlüğü parçalamakla, beni yeniden parçalarıma ayırmakla, yeniden utanır olmakla tehdit etti.
Kadının kendi bedeniyle barışmasının tarihi çok yenidir bizde. Annelerimizden dinlediğimiz hikâyeler beden algısının, kadınlık durumlarının daha bir nesil önce ne kadar farklı yaşandığının en belirgin kanıtıdır. Ama bu hikâyeleri de geç dinledik.
Otuzlu yaşlarımın ortasındaydım. Artık çocuğunu doğurmuş, ilk kitaplarını yazmış, kadınlık meselelerini annesiyle daha rahat konuşabilen bir bireydim. Bir gün annem geçmişten, kendi yaşadıkları sıkıntılardan bahsederken, birdenbire, genç kızlığında aybaşı kanamaları sırasında kullandıkları bezleri yıkayıp, aynı bezleri ütüledikten sonra kimsenin görmemesi için döşekle somyanın arasında kuruttuklarını anlattı. Nemli bezlerden muhtemelen sızmış olan o kirli koku burnumun ucuna dek gelmişti.
Utancın kokusu.
Annemin kadınlık hikâyesinin, onlara dayatılan her şeyin simgesi oldu gözümün önünden hiç gitmeyen o ıslak, defalarca kullanılmaktan sararmış bezler.
Durumların değiştiğini kim yadsıyabilir?
Yaşanılanları şöyle bir geriye doğru düşünürsek, bizden sonraki kadınlara deneyimlerimizi aktarmamız, sıkıntılarımızı yazmamız, parçalanmış bir beden üzerinden kurulan kadın kimliğini sorgulamamız onların farklı adımlar atabilmesi için zaruriydi. Söz konusu parçalanmışlık henüz sona ermiş değil gerçi. Hemen her toplumda, ama özellikle de kadın bedeninin hedefte olduğu toplumlarda, geri adımlar, sindirme, kadını küçültme, bedeninin özgürleşme taleplerinin reddedildiği dönemler hep olacaktır. Yine de, hatırlatmakta fayda var, kız kardeşlerimiz bizden farklı olarak kürtaja annelerini yanlarına alarak gittiler.
Arzunun Hortlakları
Bir adım daha ilerleyelim şimdi. Eğer çıplak beden değil o bedenin hazzı ise söz konusu olan utanç ikiye katlanır. Halbuki insan bedeni kutsalsa, bu bedenin çıplaklığı ve çıplaklığın içerdiği acılar anlatılabilir, resmedilebilir, görüntülenebilir olmalıdır. Mehmet Ergüven ‘Pusudaki Ten’ adlı kitabında, yaşamın önce tende tüketildiğine işaret eder. Çıplak beden yaşanan acıları tıpkı bir sismograf hassasiyetiyle izler, der. ( Pusudaki Ten, Sel, 1998)
13 Nisan 1912’de müstehcen bulanan resimleri dolasıyla tutuklanan Egon Schiele‘yi anlatır sonra: “Onun vurgulamaya çalıştığı şey, cinselliğin insan ruhunu perişan eden karmaşık yapısıdır.” Sözü burada Egon Schiele‘ye verir Pusudaki Ten: “…arzunun da hortlakları vardır. Ben bu tür hortlakları çizdim.“
Hazzın baş döndürücülüğü. Hazzın utançla, kirle, günahla iç içe geçmişliği. Kadına ait cinsel hazzın utanç verici bulunuşu. Nemfomanyak filminin gösteriminin ülkemizde yasaklanışının ardından beden algımızı bir kere daha gözden geçirmenin zorunlu hale geldiğini düşünüyorum.
Utancı yeniden hayatın merkezine almak isteyen çabalar bunlar. Oysa çıplak beden sadece hazza, kösnül duygulara denk düşmez. Örtüsü üzerinden alınmış beden cinselliğin, insan ruhunun karmaşık yapısını, açmazlarını gözler önüne serer. Çıplaklık sandığımız kadar çıplak değildir belki de. Mehmet Ergüven‘in deyişiyle: “Her beden, görmesini bildiğimiz sürece, sessiz bir çığlıktır…“
Sansürün işi bu çığlığı bastırmaktır.
Ama inkar bir gerçeği değiştirmez. Arzunun hortlakları biz yasaklasak de serbest bıraksak da hep oradadır. Sanat için bu hortlaklardan bahsetmek bir zorunluluktur.
“Çıplak ten, tabuları yıkan bireyin kendi kendisiyle baş başa kalabilmesi için en büyük fırsattır“, diyor Ergüven.
Nemfomanyak’ı izlemedim henüz. Filmi beğenelim ya da beğenmeyelim, insanın yalnızca düşüncelerinden değil teninden, çıplaklığından korkan bir toplum oluşumuzu tartışmaya açmak gerekiyor öncelikle.
Çünkü bu korkular zarar veriyor bize filmlerden, kitaplardan, heykellerden ziyade.
Gönül Kıvılcım – edebiyathaber.net (7 Mart 2014)