Ütopya ve Devrimci Hayaller | Halil Emrah Macit

Haziran 7, 2012

Ütopya ve Devrimci Hayaller | Halil Emrah Macit

Ütopya

Her çeşit kötülükten arındırılmış, tertemiz, yepyeni, adil ve bambaşka bir dünyada özgürlük ve mutluluk içinde yaşama özleminin, insanoğlunun benliğinde öylesine derin kökleri var ki, insanlık tarihi böyle dünyaları arama, hayal etme ve isteme olguları ile doludur.

İlk çağların komün yaşamından kölelik dönemlerine; köleliğe başkaldıran insanın monarşiye ve kiliseye de başkaldırarak özgürlük utkusunun peşinden giderek mutluluğu bu dünyada aramasının tarihine, aynı zamanda insanlığın ütopya tarihi de demek yanlış olmaz.

Doğanın insanlık için daima tehlikeli ve zor olan koşullarını hafifletmek, kontrol etmek hatta doğayı şekillendirmek için gerekli olan azami teknolojiyi geliştirmesi, tarihin genel seyrini de etkilemiş ve insanlık, önce hayal edip sonra kendi ideallerinin peşinden gittikçe dünyayı değiştirebilme gücünü de kendinde bularak, “olan” ile “olması gereken” ayrımı arasındaki mesafeyi idealize ederek kendi tarihsel yazgısını belirlemiştir.

Ütopya kelimesi etimolojik olarak “hiçbir yer” anlamına gelir. İdealize edilişiyle bize en ideal toplum düzenin nasıl olabileceği ile ilgili bilgiler ve örnekler verir. Kelimenin olumsuz anlamına ise “Distopya” adı verilir, buna en güzel örnek George Orwell’in 1984’üdür.

Ütopya bir yer ve düzen tasarımı olabileceği gibi bir akıl hali de olabilir: İnsanla birlikte varolmuş olan din de kendi içinde bir ütopya barındırır. Örnek vermek gerekirse, Budizm ve Hinduizm için “Nirvana” aşaması da nihai bir ütopya sayılır.

Antik Yunan ve Roma uygarlıklarının kalıntılarını korumuş olan 14. yüzyıl İtalyası’nda ortaya çıkan Rönesans ve Reform hareketlerinin tüm Avrupa’yı etkisine aldığı ve Katolik Kilisesi’nin; doğayı ve insanları kalıplaşmış geleneklerin ve dar kafalı bir mantığın sınırları içine hapseden skolastik dünya görüşünün gözden düşmesiyle o güne kadar nasıl düşüneceklerini, davranacaklarını ezbere öğrenen bilgiye aç insanlar için yeni bir ışık ve umut filizlenmişti. Bilginin hiçbir baskı olmadan özgürce yayılarak paylaşılması ve aktarılarak çoğalması, bu bilgi akışı içerisinde yeni aydınların toplumlara kazandırılması ve aydınlanmanın sağlanması, kilisenin, otoritesinin sarsılmaması için bilginin hatta incilin çoğalmaması için gösterdiği baskıcı tutumun aksi yönde gerçekleşen bu Rönesans ve Reformasyon hareketi Ansiklopedistlerin Ütopyası’ydı.

1477’de William Caxton’un İngiltere’de ilk matbaayı kurması, bilginin yayılmasına yardımcı oldu. Kilise ve din baskısı altında örselenmiş ortaçağ insanının içinde Rönesans ile birlikte yeni yeni filizlenmeye başlamış olan duygular, çeşitli astronomlar ve çok uzaklara gidebilen yeni denizciler sayesinde sadece içinde değil dışındaki dünyada da yeni ufuklar kazanıyordu. Rönesans adamı bu yeni ufuklar sayesinde içinde yaşadığı toplumun dışında bambaşka toplumların da olabileceğini düşledi belki de.

Dini bütün ortaçağ adamı, mutluluğu ancak öldükten sonra, öteki dünyada beklerdi. Hatta bu dünyada ne denli acı çektiyse, öteki dünyada o denli sevineceğine inanırdı. Oysa Kilise’nin boyunduruğundan kurtulup, hem aklın egemenliğini her şeyden üstün tutan hem de yaşamaktan coşkun bir haz duyan Rönesans adamı, yalnız gelecekte ve öteki dünyada değil, bu dünyada ve hemen mutlu olmak istiyordu.

Rönesansa özgü bu tutumu, hümanistlerin Antik Yunan klasiklerini yeni bir açıdan incelemeleriyle açıklayabiliriz. Bu  minvalde 15. yüzyılın sonlarına doğru Yunan düşüncesine ve Yunan yazınına karşı bir merak uyandı. Ütopya türünün ilk örneği sayılan Platon’un ideal bir toplum düzenini öngördüğü yapıtı Devlet’in Avrupalı aydınlar ve hümanistler tarafından incelenerek ondan etkilenmeleri de bu 16. yüzyılın başlarında başlar.

Thomas More’un Üç Dileği

Kendisi de bir 16. yüzyıl hümanisti olan Thomas More, insanın kendi dünyasının dışına çıkarak yeni bir toplum kurma idealinin örneklerini verdiği eserlerden en ünlüsüne imzasını atmıştır. Daha önce yazılanlardan farklı olarak Yunanca “olmayan-yer” yani ütopya kelimesini kullanarak kendisiyle birlikte anılacak bir kavramı da yaratmış oldu.

Ne var ki More döneminin diğer hümanistlerinden farklı olarak koyu bir Katolikti. Bu anlamda Reformasyon hareketlerine destek vermiyordu. Bunun için de tarihsel bir nedeni vardı; ona göre, Katolik Kilisesi’nin ve Papa’nın birleştirici bir güç olarak Avrupa’nın parçalanmamasını sağlayan bir rolü vardı. Bu yüzden Reformasyonun Avrupa’yı bölün iç savaşlara neden olacağını düşünüyordu –ki bu düşüncelerinin sonraları ne kadar haklı olduğu görülecektir.

More, günün birinde Thames kıyılarında gezinirlerken, damadı William Roper’e şöyle demişti: “Bir çuvala tıkılıp şu nehrin sularına atılmaya razıyım. Yeter ki, istediğim üç şey gerçekleşsin: Birincisi, Hıristiyan hükümdarlar arasında barış sağlansın; ikincisi, Hazreti İsa’nın kilisesi tüm yanlış ve sapık görüşlerden arınıp birlik içinde yaşasın; üçüncüsü de Kral’ın evlilik sorunu hayırlı bir sonuca varsın. [1]

Oysaki More’un bu üç isteği de yerini bulmamış ve tam aksine gerçekleşmişti. O sıralarda Hristiyan ülkeleri hâlâ birbirleriyle savaşıyorlardı; Hazreti İsa’nın kilisesi Katolik ve Protestan olmak üzere ikiye ayrılıyordu ve Kral 8. Henry 1533 yılında Anne Boleyn ile gizlice evlenmişti. More daha sonraları bu evliliğe destek vermediği için hayatından olacaktı. More’un ardından  bir kitap yazan Chambers’e göre More, Katolik Kilisesi’nin birliği uğruna değil, insanların inanmadıkları idealleri yalan yere sürdürmemeleri uğruna yani vicdan özgürlüğü uğruna ölmüştü. Thomas More yazdığı Ütopya’sında kendi döneminde karşılaştığı düzensizlikleri ve eşitsizliklerin tam tersini dile getiriyor, hayatında sıkı sıkıya sarıldığı insani değerleri, yazdığı Ütopya’sında da sıkı sıkıya savunuyordu!

Gerçekten de More’un Ütopya’sındaki durum, o sırada Avrupa’da devletlerinde görülen durumun tam karşıtıdır: Avrupa’da zorbaca saltanat süren kralların baskısı varken, Ütopya’da kralsız bir özgürlük vardır ya da Kral birçok konunun dışında sadece halkın ortak taleplerinin bir uygulayıcısı konumundadır; Avrupa’da yıkıcı bir kargaşa varken, Ütopya’da kusursuz bir düzen vardır; Avrupa’da vicdan özgürlüğü yokken, Ütopya’da dinsel açıdan hoşgörü vardır; Avrupalılar para kazanmayı ve mal mülk edinmeyi düşünürken, Ütopyalılar kafalarını bilgiyle donatmayı düşünürler; Avrupa’da eğitim üst sınıfın tekelindeyken, Ütopya’da eğitim sınıfsız bir toplumda herkese açıktır; Avrupa’nın zenginleri ve çoğu kadınları aylak aylak gezerken, Ütopyalılar’ın kadınları da erkekleri de her gün belirli bir süre çalışmak zorundadır ve en önemlisi, Avrupa’da küçük bir azınlık gereğinden fazla varlıklı ve büyük bir çoğunluk yoksulluk içindeyken, Ütopya’da herkes ulusal servetten eşitçe yararlanmaktadır.

Ütopya ve Devlet

Thomas More’un Ütopyası’nın arketipi olarak Platon’un Devlet’i öne sürülür halbuki bu sıklıkla yapılan bir yanlıştır.

Platon’nun Devlet’inde mal mülk ortaklığı sadece bekçiler ve savaşçılar sınıfına özgüdür. Diğer sınıflar için herhangi bir mülkiyetsizlik hali söz konusu değildir. Ayrıca Platon sınıfsız bir topluma ve demokrasiye inanmaz. Ona göre toplum filozoflar ve bilge kişilerden oluşan oligarşik bir yapı tarafından yönetilmeli ve toplum üç sınıftan oluşmalı; yönetenler, savaşanlar ve para kazananlar. Devlet’te bu seçkin azınlığın eğitimi, sanatsal tercihleri, savaşa nasıl hazırlanacakları uzun uzun anlatılırken para kazananlar diye geçiştirdiği emekçi kitleler konusunda bir şeyler söylemez. Hangi koşullar altında nasıl yaşadıklarını, duygu ve düşüncelerini asla bilemeyiz.

More’un Ütopya’sında değer bakımından her insan eşittir. Toplum seçtiği kralı beğenmediği taktirde değiştirme imkanına sahiptir. Ütopya’da her kadın ve her erkek mutlaka tarlalarda çalışarak ülke ekonomisine ortak katkıda bulunur. Platon’un Devlet’inde rejimin anayasası da günlük yaşantıdaki disiplini de tek amaca yönelir; savaşa hazır olmak! Oysa Ütopya’da savaş  en son ihtimaldir.

Aile ve evlilik konusunda Devlet ve Ütopya arasında hiçbir benzerlik yoktur. Ütopyada eşler istedikleri gibi seçim yapma hakkına sahipken Devlet’te bu Devlet ve yöneticiler eliyle yapılır. Bu anlamıyla çocuklar da Devlet’in ortak malıdır.

More’un toplumsal ve ekonomik açıdan tam bir eşitlik sağlayan düzeninin tersine Platon’un Devlet’i tümüyle totaliter, hatta birçok eleştirmenlere göre faşist bir düzeni önermektedir.

Ütopya’dan Devrimci Hayallere

Saint Simon, Fourier ve Proudhon gibi felsefecilerin modernize edilmiş haliyle ele aldıkları Ütopya kavramı son olarak Karl Marks ile birlikte zirveye çıkmış ve Ekim Devrimi ile birlikte de kendine bir uygulama alanı bulmuştu. Yani Ütopya, artık daha kolay öngörülebildiği ve gerçekleşebileceği bir çağdaydı! Ve bu artık topluma hızla yayılan bir hevesle hem öngörülüyor hem de gerçekleşeceğine bağlı olan umutla bir ruh kazanıyordu.

Rus kültürü ve tarihi uzmanı olan Richard Stites’in, 1989’da yayınladığı ‘Devrimci Hayaller: Rus Devriminde Deneysel Yaşam ve Ütopyacı Vizyon’ (Revolutionary Dreams: Utopian Vision and Experimental Life in the Russian Revolution) adıyla ölümünden bir yıl sonra Türkçeye Sabri Gürses tarafından kazandırılan ve Sel Yayınları’ndan çıkan kitabı, “Ütopyacılığın”, Rus Devriminin laboratuarlarındaki pitoresk deneylerinden, bilimkurgucu vizyonunun nihai pathoslarına varan tarihsel seyri açısından bir tür “Ütopya Antolojisi” sayılabilir.

Kitapta Richard Stites’in sıklıkla referans verdiği bir bilimkurgu yazarı ve Bolşevik ütopya türünün kurucusu olarak Aleksandr Bogdanov, ütopyayı karakterlerinden birinin diliyle şöyle tanımlıyor: “Ütopyalar gerçekleştirilemeyen özlemlerin, karşılaştıkları dirence eşit olmayan çabaların bir ifadesidir.”

Gerçekten de Ütopyacılık Rus Devriminde devrimin bir tür motor gücü haline gelmişti. Devrimci çağın önemli bir sesiydi. Hem devrimci başkaldırının bir ürünü hem de onun gücünün ve duygusal içeriğinin bir parçasıydı. Bu gücün sosyal ve kültürel çeşitliliği 1917 yılında Rus uygarlığının yaşadığı karmaşalardan, daha önceki tarihinin birçok katını içinde barındırmasından kaynaklandı. Köklü popüler ve dinsel ütopya gelenekleri yüzeye çıktı yeniden ve kendilerini birçok şekilde gösterdi –inziva, komünalizm, etkin mezhepçi deney, kente, merkeze, makineye ve yabancı güce karşı isyan!  Kendine has simetri, kaba kuvvet, hayırseverlik karşımı olan idari ütopyanın devlet gelenekleri de Bolşevik liderlerin ve hayalperestlerin imgelemine yerleşti ve onları değişik biçimlerde askerileştirme çabasına, tehdit etmeye ve sonunda Stalin döneminde, kapsamlı bütünleşik planlara, ay ekonomisine, sıkı denetime ve zorunlu seferberliğe sürükledi.

Devrimci hayaller; anarşistlerin çelik konstrüksiyonlarla örülü dev proleter yerleşim birimleri hayallerinden, Henry Ford’un fabrika yaşamını militerleştiren ve zamana hükmeden idari ütopyasına, Frederick Winslow Taylor’un emeğin yoğunlaştırılarak proleter yaşamın katı bir disiplinle biçimlendirildiği işletme kültü ütopyasına, Aleksandr Bogdanov’un kurgusal cennetlerinden urbanizme ve şefsiz dev şehir orkestralarına, sibernetik bilimkurgunun ve Sovyet fütürizminin kentsel algılarından komünist idealin onaylanması pathosuna dek süren -ondokuzuncu yüzyıl Rus yazınından 1930’ların Stalinist sansürcülüğüne kadar- geniş bir tarihsel yelpazede ütopyacılığın anatomisini sunuyor dersek yanlış olmaz.

“ Radikal sosyalist inanca sahip aydınlar için, sosyal hayat kurmak ve bunun ideallerini düşlemek bir görevdi. Hatta kültür ve vicdan sahibi erkek ve kadınların üstlenebileceği tek görevdi. Kısmen batıdan ithal edilmiş karmaşık fikir ve entelektüel sistemler kuşanarak, ütopyalar oluşturdular ve sosyal adalet ve yaşanabilir bir ekonomik sistem çerçevesinde toplumu yenide şekillendirmeye adanmışlığı ve kişisel isyanı öğrettiler. Sıra dışı bir tutku ve duygu yüküne sahip düşünceleri, onları “ütopyalarına” uyan tek “ideolojiye” yani sosyalizme, yani otokrasiyi ve sınıf sömürüsünü alt eden, eşitlik ve adaleti öğreten ve kapitalizmi, geleceğin yanı başında fırsat kollayan o hain tehdidi reddeden yaşam tarzına yöneltti.

Hızlı sanayileşme ütopyacı özlemi arttırdı. Almanya ve Amerika’da olduğu gibi, sanayi uygarlığının insanlığa neler getireceğine dair umutlar, sorular ve korkulardan kaynaklanıyordu. Rusya’da, bu özlem zorba bir otokrasi, entelijansiya arasında hayal kurma geleneğinin yavaş ilerlemesi ve sahnede yeni bir sosyal karakterin belirmesiyle keskinleşti. Beliren karakter yarı köylü ve yarı proleter, sağlıksız yaşam koşullarına mahkum olan ve genellikle de işyerinde şiddet gören işçi sınıfıydı. İşçi sınıfı tam anlamıyla proleter bir ütopya üretmedi, ama putkırıcılık, yoldaşlık, kolektivizm, eşitçilik ve ahlak gibi kısmen taşradan getirdikleri ve kısmen de şehirlerde çevrelerinde bulunan devrimci altkültürden benimsedikleri davranış kalıpları oluşturdular. Onların vizyonu köylülüğünkinden daha karmaşık olan adil bir gelecekti, çünkü içinden çıktıkları köylü zihniyeti ithal ideolojilerle ve fabrika yaşamının yapısıyla zenginleşmişti. ” [2]

Stites’e göre, 1917-1930 yıllarının ütopyaları ışığında devrimci komünal deneylerde yaşanan başarıları ortaya çıkaran şey, bir kıtlık dünyasında algılanan ihtiyaç ile insan ruhunu yeniden şekillendirmeye, gelecekteki sosyalist yaşamın prototipi olmaya yönelik ütopyacı bir umudun bileşimi olmuştu.

Temel savı Rus devrimci sürecinde yaşanan, kabaca 1917 ile 1930 arasında sürmüş olan ütopyacılık ve sosyal deneyin kaderiyle ilgili olan Devrimci Hayaller, Rus tarihi ile ilgilenmeyenlerin bile kitaplığına yakışacak kadar kapsamlı ve keyifli bir kitap olarak raflarda yerini almıştır.

[1]  (Mine Urgan, “Thomas More’un Yaşamı ve Utopia’nın İncelenmesi”, Adam, 1984, İstanbul.)

[2] (Richard Stites, “Devrimci Hayaller”, Çev. Sabri Gürses, Sel 2011 İstanbul)

Halil Emrah Macit – edebiyathaber.net (7 Haziran 2012)

Yorum yapın