Okan Çil’in “Üvey” kitabı tarihi bir İzmir romanı. Büyük İzmir yangınından itibaren flashback’lerle ilerleyen roman bir yandan şehrin geçirdiği dönüşümü anlatırken bir yandan da Yunanistan’dan gelen zorunlu göçmenlerin hikâyesine dokunuyor.
Romanın başkarakteri Cezmi de bu göçmenlerden biri. İzmir’e babasıyla beraber geldikten sonra bir handa başlayan yolculukları onları kısa bir süre sonra ayrı düşürüyor. Cezmi de sokaklarda sersefil olmaktan son anda kurtuluyor. Onu kurtaran, Karabağlar’daki aile yadigarı bir ekmek fırınını işleten Karatekeli Süleyman Ağa oluyor. Karatekeli’yle eşi Raziye Ana’nın çocuk özlemiyle yandıkları düşünülürse aslında Cezmi’nin onları kurtardığı da söylenebilir elbette.
Cezmi’nin hikâyesi kitabın ilk bölümü olan “Sabah”ta işleniyor. İkinci bölüm “Öğle”de 1970’li yıllara gidiyoruz. Sağ-sol davasının günden güne keskinleştiği, şehri gecekonduların doldurduğu bu bölümde Cezmi’nin oğlu İbrahim’in yaşadıklarını okuyoruz.
Tabii o aslında İbo’dur. İbrahim Bey, İbrahim Ağa olmak ister, ama İbo’luğun ötesine geçemez. “Öğle”, onun kendini var etme mücadelesini izlediğimiz yerdir. İbrahim bu uğurda ülkücü olur, âşık olur, hatta “katil” olur, ama bir türlü kendisi olamaz. Çünkü o bunların hiçbiri değildir, sadece yalnızdır.
Romanın üçüncü bölümü “Akşam”daysa bu kez Cezmi’nin torunu, İbrahim’in oğlu Yiğit’in hayatını takip ederiz. 2010’lu yıllardır. Suriyeli sığınmacılar ülkeye gelmiştir. Siyasal alanda türlü yolsuzluk dönmektedir. Ülke ne idiği belirsiz bir yere doğru sürüklenmektedir. Böyle bir durumda Yiğit de çareyi yurtdışına çıkmakta, dahası kaçmakta bulur. Yıllar önce dedesinin kovulduğu topraklara, Yunanistan’a gitmenin yollarını arar…
“Üvey” konu itibarıyla oldukça ilgi çekici. Bunun en önemli sebebi Karabağlar üzerinden İzmir’in yaşadığı dönüşüme odaklanması. Sağ-sol çatışması, iç ve dış göçler, darbeler gibi pek çok toplumsal olayın üzerine oturttuğu bir aile hikayesini üç kuşağa bölerek, üç bölümde anlatıyor. Her bölümde aşkın, arkadaşlığın ve kayboluşun farklı şekillerde çatışma konusu haline geldiğini görüyoruz.
“Üvey”in her üç bölümünde de karakterler Karabağlar’dan bir sebeple, bir şekilde kaçmaya çalışıyorlar. Ancak bunu çeşitli sebeple yüzünden yapamıyorlar. Görünmez birtakım iplerle semte bağlanmış durumdalar. Bunu başaranlar da yok değil elbette. Gidenler kalanlara nispet yaparcasına davranıyor. Kalanlar onları bin bir bedduayla yolluyorlar. Herkes içten pazarlıklı, herkes çıkarcı.
Beri yandan kitabın dikkat çeken bir diğer kısmı ise flashfoward’ları. Çil, her bölümde bir tane gelecek hikâyesi anlatıyor. Üstelik bunu her seferinde bir müezzin üzerinden anlatıyor. İlk bölümde, ezanın Türkçeleştirildiği vakitlerde, kafası atan Müezzin Hüseyin’in günün birinde ezanı Arapça okuyacağı tutuyor. Böylece ilerleyen yıllarda onun başına gelecek olan şeyleri görüyoruz. İkinci bölümde Müezzin Lütfü’nün 12 Eylül’de camiye sığınan bir devrimciyle olan serüvenini okuyoruz. Üçüncü bölümde karşımıza çıkan müezzinin adı ise Yaşar. Yaşar Karabağlar’da bir Kuran kursu açıyor. Bir taciz ve istismar hikayesine dönüşen bu kısımda da Siyasal İslam’ın günümüzde aldığı pozisyona değiniliyor.
Çil, bu üç gelecek hikâyesinde sanki dinin, dahası dindarların ülkedeki pozisyonlarını ve geçirdikleri evrimi anlatıyor gibi. İlkinde istediği dilde ibadet edemeyen bir dindarlık resmi karşımıza çıkarken, ikincide işbirlikçi olmaya zorlanan ve üçüncüde iktidarı ele geçirdikten sonra dini mini boş verip hepten pervasızlaşan bir dindarlıkla karşılaşıyoruz.
Akışkan bir dile, merakı yüksek bir kurguya sahip olan “Üvey”, Çil’in dördüncü kitabı. İzmir’e, tarihe, aşka ve dostluğa dair bir şeyler okumak isteyenlere tavsiye olunur.
edebiyathaber.net (22 Aralık 2022)