Uygarlık, aslında bir yığındır. Birbirine bağlı, birbirinden farklı, zaman içinde büyüyen ve bir noktada kendi ağırlığı altında çöken bir yığın…
Her katman, bir zamanlar hayatın, düşüncelerin ve hayallerin ürünüydü. Şimdi ise onlar, geçmişin gürültüsüne hapsolmuş birer izden başka bir şey değil. Uygarlığın yığını, taşlardan değil, insanın yapıp ettiği her şeyden oluşur: Düşünceler, eylemler, sanatsal yaratımlar, bilimsel keşifler, savaşlar, zaferler, yenilgiler ve daha fazlası… Birikmiş, öylesine kabarmış, ama her katman arasında bir boşluk var. Her şeyin başlangıcına, o derin ve belirsiz noktaya tekrar dönmek için bir açlık hissi var; ama bu dönüş imkansızdır. Zira başlangıç, aslında hiçbir zaman var olmamıştır.
İnsanlık, uygarlık adı verilen bu yapıyı, ne zaman kurdu? Ne zaman tüm bu katmanlar, birbirine kenetlendi? Ve daha da önemlisi, bu yığın neyi temsil ediyor? Eğer her bir taş, her bir düşünce, her bir keşif, her bir savaş, her bir sanat eseri birer anlam taşıyorsa, o zaman bu yığının içinde kaybolmuş olan anlam nedir? Uygarlık, zamanla kendisini yığarken, anlamını yitiren bir varlık gibi şekillenir. Taşların üst üste dizilmesi, bir anlam yaratmaz; ancak insanın arayışı, bu anlamın arayışıdır. Her bir katman, bir kaybolmuş arayışın izlerini taşır.
Felsefi bir bakış açısıyla, uygarlığın yığını, bir nevi evrende var olan kaosun bir ifadesidir. Her şey bir yığındır, ama bu yığın bir düzen değil, tam tersine bir karmaşadır. Her katman, ne zaman bir anlam arayışının ürünü olarak inşa edilse de, sonunda bu anlamın kaybolduğu ve yığının bir çöküşe doğru ilerlediği bir süreç başlar. Yığının içinde, insanlık tarafından oluşturulmuş her şey, sonunda kendi yüküyle çöker. Medeniyetin büyüklüğü, onun içinde barındırdığı boşlukla ölçülür. Her şeyin yığıldığı bir dünya, bir zaman sonra anlamsız bir gürültüye dönüşür. Çünkü her bir katmanın, her bir düşüncenin, her bir zaferin arkasında, henüz keşfedilmemiş, henüz söylenmemiş bir sessizlik vardır.
Uygarlık, bir anlam arayışı değildir, aslında bir kayboluş ve çöküş arayışıdır. İnsanlık, kendi varoluşunun anlamını bulmak için, sürekli olarak yeni yapılar inşa eder. Ama her yeni yapı, eski bir yapıyı yok eder. Her yeni düşünce, eski bir düşünceyi siler. Her yeni savaş, eski bir savaşın küllerinden doğar. Her yeni sanat eseri, bir öncekinin yok oluşunun yankısıdır. Bu yığınlar, bir araya gelip büyürken, sonunda kendi varlıklarının derinliğinde kaybolurlar. İnsanlık, her yeni katmanla birlikte, daha derin bir boşluk içine düşer.
Uygarlığın yığını, bir illüzyonun ürünüdür. Bu yığın, insanın kendisini anlamlandırmaya çalışırken yarattığı bir dünyadır. Ama bu dünya, aslında bir düşüncenin yansımasıdır. Ne kadar büyürse büyüsün, ne kadar derinleşirse derinleşsin, sonunda bir çöküşe doğru yol alır. Her şeyin yığılması, varoluşun en büyük absürtlüğünü ortaya çıkarır. Çünkü her yığın, ne kadar katmanla yükselirse yükselsin, kendi içinde bir boşluk taşır. Her şeyin anlamını taşır gibi görünen bu yapı, aslında hiç bir anlam taşımaz. Bir arayışın, kaybolmuş bir anlamın yığınıdır.
Sonuçta, uygarlık bir yığın olmakla kalmaz, aynı zamanda bir kaosun, bir anlamsızlığın ifadesi haline gelir. İnsanlık, her yeni adımda kendi yığınının içine hapsolur. Bu yığın, bir varlık değildir; o, bir arayıştır. Bir kayboluşun, bir anlamın yitiminin bir simgesidir. Ve belki de en absürt olan şey şudur: İnsanlar, her katmanla daha çok inşa ettiklerini düşündükçe, bir yığının içinde kaybolurlar. Ancak yığın ne kadar büyükse, kaybolan da bir o kadar derindir.