Yazar Murat Tuncel tarafından yazılan ve Varlık Yayınları’ndan 2010 yılında basılan Wilma’nın Sandığı isimli öykü kitabı göç olgusunu çok yönlü anlatan toplumsal gerçekçi bir eser.
Kitapta yer alan on üç öykünün her biri farklı toplumsal sorunlara değiniyor. Yazar olayları anlatırken okuyucuyu bilmediği coğrafyalara götürüyor ve onlara olaylara farklı pencerelerden bakarak olayları yeniden değerlendirmesini öneriyor.
“Bazıları için göç ayrılık, gurbet olabilir ama benim için yeni insanları, yeni kültürleri tanıma anlamına geliyor. Eğer alabilirseniz her göç ettiğiniz yer size bir zenginlik katar. O nedenle de göçün bendeki tanımı; insani ve kültürel zenginliktir”, diyen yazar bu eserinde göç kararının oluşmasında etkili olan faktörleri, göç yolunda karşılaşılan sorunları, göç eden kişilerin ulaştıkları ülkelerde hangi engelleri aşmaya çalıştıklarını, göç edenlerin birbirleriyle ilişkilerini, arkada bıraktıklarına ilişkin sıkıntıları ve yeni coğrafyalarına taşıdıkları sorunları ele alıyor. Murat Tuncel’e göre, yaşanılan değişimler bireyi isteğe bağlı ve zorunlu göç olmak üzere iki türlü göçe zorlar.
“İsteğe bağlı göç, daha iyi yaşam umuduyla çıkılan bir arayıştır. Umut edilen yaşamın bulunup bulunmayacağı bilinmez, ama bir umut büyütüldüğü/beslendiği için bu tür göç eden kişi sonucu ne olursa olsun, bu eylemden kârlı çıkar, ya da kendini zenginleştirdiğini düşünerek mutluluğunu çoğaltabilir. Zorunlu göç ise adı üstünde bir zorunluluktan kaynaklanır. Ancak sebebi ne olursa olsun bu göçün sonucu kişide büyük yıkım ve değişimlere neden olabilir. Çünkü göç eden insanın yaşamı kökten bir değişime uğrayabilir; zorunlu göç bireyi yaşama yeniden ve sıfır noktasından başlatır adeta. Dolayısıyla bu zorunlu göç herkesin başlayabileceği ve başarabileceği bir şey değildir ve bedeli de ağır olabilmektedir”.
Lahey’de Kız Kaçırma öyküsünde ağır bedel, töreyi Hollanda’ya taşıma sonucu gerçekleşiyor (s:13). Yazar öyküyü anlatırken geri dönük anlatımlar için kahvedeki oyun masası sohbetlerini kullanıyor.
Yazar Murat Tuncel’in öykülerine, içinde bulunduğu toplumun tarihi ve sorunları da giriyor. Roberto Bienco isimli öykü Hollanda’nın sömürgesi Surinam’dan köle olarak getirilen bir adamla ilgili (37). Yazar başka coğrafyadan kendi isteği dışında göç ettirilen bir adamla empati yaparak kurguluyor bu öyküsünü. “Yelkenlilere taşınan tutsakları yarı dolu bir havuzun içindeki direklere çakılı demir halkalara kol ve bacaklarından sıkıca bağlamışlar. Yelkenliler hareket etmiş. Deniz yolculuğuna alışık olmayan tutsakları bir süre sonra deniz tutmuş. Yarı beline kadar batırıldıkları suya kusmuşlar. Yelkenlinin sallanmasıyla havuzun suyu dalgalanmış. Suyun dalgalanmasıyla da tüm kusmuklar havuza yayılıp tutsakların vücuduna yapışmış”. (s:43). Kendisi de göçmen olan yazar Üçüncü Ölüm isimli romanında da bu öyküsünde olduğu gibi başka bir coğrafyanın göçmeninin yaşam öyküsünü kaleme alıyor ve okuyuculara bu konuda yeni pencereler açıyor. Yazar Tuncel, dünyaya entegre olacak konular, kişilikler yaratılmasını öneriyor ve eserlerinde buna önem veriyor.
Namus isimli öyküde yerleşilen yeni coğrafyanın insanların düşünsel yapısını değiştiremediğini görüyoruz (s:43). Çünkü göçmenlerin arkada bıraktıkları ile ilişkileri sürüyor. Yeni bir ülkede eski düşünce tarzlarını sürdürmelerine neden oluyor bu bağlar. “Onun için bir kahramana yaraşır şekilde ifade vermeliydi. Öyle vermeliydi ki bütün haklarını haram eden babası ve annesi onunla gurur duymalıydı”. Hollanda’da erkek şiddeti olarak tanımlanan suçların en ağırı yer alıyor bu öyküde.
Sustalı Zaman (73) isimli öyküde değişik bir anlatım kurguluyor yazar Murat Tuncel. Hasta bir adamın günlüğünü, ölümünden sonra eşinin okumasıyla oluşuyor bu öykü. Sondan başa doğru okunan bu defterde adamın hayatını gözler önüne seriyor yazar. “17.10. 1981. Sosyoloji öğretmenini sosyoloji kitaplarıyla birlikte tutuklamışlar. Ders veriyoruz ama hiçbir şeyden ders almıyoruz” ve “01.08.1982. Her şey korkunun kanatları altına saklanmış. Gözlerimizi bile birbirimizden kaçırıyoruz. İçeride de dışarıda da.” Defterin tersten okunuşuyla sonun başlangıcına giden hazin bir öykü okuyor okuyucu.
Mülteciler(s:83)’de diğerleri kadar etkileyici bir öykü. Siyasi bir mültecinin annesiyle telefon konuşmasıyla başlayan öykü, onunla yolu kesişen hastane çalışanı göçmen, göçmenin yaşadıkları, hastane çalışanının “Kütük” hakkında anlattıkları ile sürerken pek çok gerçeği de gözler önüne seriyor. Çalışma izni bir türlü çıkmayan mülteciye arkadaşının önerdiği çözüm; “Kültürlü adamsın. Bul bizimkilerden sana uygun birini evlen. Hadi onlardan bulamadın, Hollandalılardan bul. Eğer gerçekten evlenmek istemiyorsan da bul bir anlaşmalı. En fazla üç yıl onun için çalışırsın. Daha sonraki yaşamın da senin olur” (s:96) göçülen ülkede tutunabilmenin bedelleri ile karşı karşıya getiriyor okuyucuyu.
Yazar göçülen ülkede kabul edilme ve oturum izni alma sürecinin yıldırıcı güçlüklerle dolu olduğunu gösteriyor. “Bir gün kızımın ardı arkası kesilmeyen öksürükleri beni bunalttı. Kendimi kaybettim. Ben artık bu kampta, bu ülkede kalmak istemiyorum, diye bağırdım. Asım ne yapacağını şaşırdı. Kendi ülkemizde sadece onun tutuklanma korkusuyla yaşamıştık uzun süre, ama burada ikimiz birden tutukluyduk, üstelik çocuğumuza daha iyi koşullarda bakabileceğimiz bir evimiz bile yoktu (s:96).
Problemlerin artmasıyla göçmenin psikolojisinin olumsuz etkilenmesi kaçınılmaz oluyor ve bu da yansıyor satırlara. “İlk günler kamptakilerin çoğunun kendi kendilerine konuştuklarını görünce çok şaşırmıştım. Hatta acı acı gülmüştüm onlara. Ama şimdi, ben de onlardan biri olmuş kendi kendime konuşuyordum”.
Göçmenliğin bütün sorunlarına parmak basıyor yazar. Eskiden göçmüş olanların yeni göçmen olanlara tavrının yaralayıcı olabilmesini de gözler önüne seriyor satırlar arasında. “Sırtları kapıya dönük olduğu için benim içeri girdiğimi görmediler. Kız annesine
-Kim bunlar, diye sordu.
Köyünden geldiği gibi kalmış olan annesi,
-Kim olacak, bizim bedavacılar, dedi (s:101).
Oturma iznini beklemenin sıkıntıları, bu süreçte yaşananlar ve geçilen zorlu yollar ve pişmanlık yansıyor kurguya.
“Bilirim o beklemenin ne demek olduğunu. Beni de tam tamına altı yıl beklettikten sonra verdiler oturumu. Bu yıl dokuz yıl oluyor. Çelime çocuğuma hasretim. Oturma iznim yokken geri dönemem diyerek gitmedim. Ama şimdi de verdikleri şu mülteci pasaportuyla ülkeye gidemiyorum. Yani anlayacağınız hasretlik sürüyor. Bu kadar uzun süreceğini bilseydim, mülteci olmazdım. O zamanlar oturma iznini almanın en kolay yolu mültecilik demişlerdi, ben de müracaatta bulundum. Benimle turist olarak gelen arkadaşlarım iş bulunca benden önce izinlerini aldılar ama ben tamı tamına altı yıl bekledim. Ben politikadan bir şey anlamam. Buraya gelmeden önce dağda çobandım. Keçemi sırtımdan atıp yola düştüm. Zaten keçemden başka da bir şeyim yoktu. Halbuki ne kadar çok şeyim varmış. Mesela mavi gökyüzüm, yıldızlarım, kavalım, kavalımı dinleyen ve hangi yöne sürersem o yöne giden koyunlarım, buram buram kokan çiçeklerim, gölgesinde istediğim gibi oturduğum ağaçlarım, kana kana suyunu içtiğim pınarlarım, arada bir beni ziyaret eden karım ve bedava soluduğum havam varmış ve ben bunların hiç birinin farkında değilmişim.
-Burada havaya da mı para ödüyorsunuz?
-Evet adamlar öyle bir sistem kurmuşlar ki soluduğun havaya bile para ödüyorsun. Şimdilik sen bunun farkında olmazsın. Ne zaman ki yıldızlar sönmeden işe gitmeye başlar da aylığını alırsan, o zaman maaş kağıdında hepsini görürsün. Yoksa bizim ayaklarımız yok mu? Biz eğlenmek için sokaklara çıkamaz mıyız? Görmez miyiz sanırsın barları? Görürüz de görmezlikten gelerek döner, şu küçücük odamıza sığarız. Çünkü öyle yapmazsak, para gönderdiğimiz için bizi baba sanan çocuklarımıza kavuşma umutlarımız da biter” (s:111).
Ya da bir kısım göçmenin yasa dışı yollardan para kazandığı çıkar öykülerden. “Onların yaşamını boş verelim. Ama bilesin ki burada iki türlü yaşanır, ya benim gibi korkak sıçan olursun, ya da onlar gibi bir bindiğin Mersedes’e bir daha binmezsin (s:112).
Kadınların sorunu göçmenlikte katlanır. Eş baskısı, baba baskısı, kısaca erkek baskısı da göçmen kadının sorunlarını arttırır. “Böylece dünyamı yıktığı yetmiyormuş gibi, çalışayım dediğim zaman eline sopayı alıp karşıma geçti” (s:116).
Kitabın sonunda yazar Murat Tuncel “Her yaşam bir oyundur ve kendine göre ilginç bir öyküsü vardır. Fakat bazı yaşamlar vardır ki oyuna da öyküye de sığmaz. Onlarınki işte böyle bir öykünün ve bir oyunun boyutunu aşmış, öyküler ve oyunlar zincirine dönüşmüş bir yaşamdı. Onların bu garip yaşamının öyküsünü kurgularken ben de kendimi oyunun içinde buldum. Kimse bana bu oyunu oynayacaksın demedi. Ben bu oyunun gönüllü oyuncusuyum. Benim rol aldığım bu oyunun oynandığı tiyatro sizler uykunun koynundayken perdelerini açar. Bazen bir perdelik bir oyun oynandıktan sonra daha gece yarısı olmadan perdelerini kapatır, bazen de uykunun koynundakilerin uyanışını seyretmek için sabaha kadar perdeleri açık kalır. Öyküler sizin oluncaya kadar bu oyunun oynayanı da seyredeni de benim. Öyküler sizin olunca benim oyunculuğum da seyirciliğim de biter. Benim oyunculuğum ve seyirciliğim biter bitmez sizin tiyatronuzun perdeleri açılır. O zaman ben uykunun koynuna girerim belki. Belki de yeni bir öykünün tuzağına düşer, uykuyu unuturum” (s:123). Diyor.
Kendisi de bir göçmen olan yazar göçmenlik sürecini şöyle anlatıyor: Ben on yaşımda köyümdeki yaşamdan daha iyi bir yaşamı aramak için ilk göçümü yaşadım. Sonraki göçüm, Artvin Öğretmen Okulu’na girmemle başladı. Öğretmen okulunu bitirdikten sonra da görevim nedeniyle yurdun çeşitli illerine göç ettim. Daha sonra ailemle Kars’tan Kocaeli ‘ye göç ettim. Ondan sonra da Hollanda’ya. Emekli olunca da yeniden İstanbul’a göç ettim.
Yazar Murat Tuncel Kimdir: Bin dokuz yüz elli iki yılında Kars-Hanak’ta doğuyor. Öğretmen okulunu bitirdikten sonra İstanbul Atatürk Eğitim Fakültesi Türkçe Bölümü’nden mezun oluyor. Bin dokuz yüz seksen dört yılında öğretmenlikten ayrılarak Günaydın Gazetesi’nde çalışmaya başlıyor. Bundan beş yıl sonra Hollanda’ya giderek yazın yaşamına orada devam ediyor. Hollanda Eğitim Bakanlığına ait bir temel eğitim okulunda Anadili dersleri ve Roterdam Konservatuvarı’nda Türk Dili ve Edebiyatı dersleri vererek emekli oluncaya kadar çalışma hayatını sürdürüyor.
Pek çok dergide yazıları yayınlanan yazar Kültür ve Spor Bakanlığı Gençlik Öykü Ödülü, Hollanda NPS Radyosu Öykü Ödülü, Şükrü Gümüş Roman Ödülü, Halkevleri Kültür Sanat Yarışması Roman Ödülü, Orhan Kemal Öykü Ödülü gibi değerli ödüllere layık görülüyor. Dargın Değilim Yaşama, Mengelez, Güneşsiz Dünya, Beyoğlu Çığlıkları, Gölge Kız, Wilma’nın Sandığı isimli öykü kitapları ve Maviydi Adalet Sarayı, Üçüncü Ölüm, İnanna, Osmanlılar-1. Trakya Güneşi, Osmanlılar-2. Tuna’dan Fırat’a, Osmanlılar-3. Kılıç ve Kırbaç, Osmanlılar-4. Konstantiniyye’nin Zincirleri isimli romanlarından başka anı, masal, çocuk öyküsü ve çocuk romanları da bulunan yazarın eserleri pek çok dile çevriliyor.
KAYNAKÇA
1. Wilma’nın Sandığı. Murat Tuncel. Varlık. 2010.
2. Üçüncü Ölüm. Murat Tuncel. Halk evleri Yayınları
4. https://www.youtube.com/watch?v=Dpwnoys72vs
6. https://perspektif.eu/2020/05/19/murat-tuncel-avrupa-ve-hollandada-turkce-edebiyat/
7.https://www.researchgate.net/publication/275886571_Murat_Tuncel’in_Golge_Kiz_Adli_Oyku_Kitabinda_Kadinin_Yeri
edebiyathaber.net (7 Aralık 2023)