Uykusuzlar, İnci Aral‘ın ilk defa 1984’te yayımlanan öykü kitabının adı. Geçtiğimiz günlerde Kırmızı Kedi Yayınevi tarafından okura yeniden sunuldu. Kitapta altı öykü yer alıyor: “Mor Damga”, “Mehmet Kaptan”, “Karanfil Saksılarda”, “Karanlığa Kumru Nakışıdır”, “Ağrılı Kapısında Gecenin” ve “Kıyıda”.
Uykusuzlar’daki öykülerde, düşleri törpülenen insanların yaşamı uzun ve hüzünlü bir bekleyişe dönüşür. Umut yok olmasa da azaldıkça azalır, arzu soğuk bir mesafeyle karşılaşır, aşk ise anlık bir mutlukla çoğalır.
…
Aral’ın öykücülüğüne dair kurulacak elbet daha çok cümle vardır: Dilinin şiirselliğine, insan ilişkilerinin sahiciliğine yahut okunup bittikten sonra boğazınızda biriken düğümlere dair cümlelerdir bunlar.
Kelimelerin altını fosforlu bir turuncuyla çizersiniz onun öykülerini okurken… “Bir tarihte küçük bir kıyı kentinde bir şeyleri, birilerini, bir temmuz sabahının buğusu içinde bırakır gidersiniz. Odanızı, gözyaşlarınızı, sesinizi, anılarınızı, ellerinizin değdiği her şeyi, denizin uğultusunu, uykusuz gecelerinizi, eski ayakkabılarınızı. Sevdiklerinizi, sevemediklerinizi. Masanızı, dolabınızı, birikmiş gereksiz kâğıtları.” (Mor Damga)
Kitabın ilk öyküsü “Mor Damga” adını taşır ve bir sürgünü anlatır. “Unutmak önemsememeyi becermektir benim için. Yeni durumlara alışmak ya da yatışmaktır kısaca.” diyen anlatıcının dilinden izleriz yaşanılan o sürgünü. Sorgulamalar, ikilemler, memnuniyetsizlikler, gelgitler ve bireyin iç dünyasına dair daha birçok duyguyu ele alır. “Mehmet Kaptan”, “Karanlığa Kumru Nakışıdır”, “Ağrılı Kapısında Gecenin” öyküleri ise doğrudan “acılar, kayıplar, işkence, hapislik…” konularını işler.
“Mehmet Kaptan” öyküsünde, babası hapiste olan dört yaşındaki bir çocuğun hayatı nasıl algıladığı anlatılır. Anlatıcı ise annedir. “Yarım kalmış yataklarda, karanlığın iç çekişiyim. Saçlarım kara, üzgün ve solmuş bir gölgeyim.” derken öykünün geneline sinen hüzne tanıklık ederiz. Kekremsi ve acı bir tat kalır dilimizde.
“Kırılmış bir aynada…”
Uykusuzlar’ın her bir öyküsünün atmosferi ayrıdır. Kiminde kahraman, aşkın coşkusunu diri tutmaya çalışır; kimindeyse tek hayal bir tas sıcak çorbadır. İnsanca bir yaşam, mutlu bir gelecek özlemi, hak ve özgürlük, adalet gibi kavramlar öykülerde romantik bir hayale dönüşür. Yerini hayatın acı gerçekleri –yalnızlık, korku, acı ve keder- alır.
“Kırılmış bir aynada kendimi görüyorum. Adım Gülgez. Kırık bir aynaya dağılıyorum. Soyadımı bilmiyorum. Onlar biliyorlar gene de soruyorlar.” Anlatılan gözaltı ve işkence sürecidir, “Karanlığa Kumru Nakışıdır”. Anlatıcı, “Zaman kavramını yitirdim. Karanlık, soğuk ve yalnızlığın içinde kaldım geçen zamanı bilmeden. Sessizlik parçalanıyor şimdi. Gözümdeki bezin burnuma değdiği kapanan kapılar. Bozuk bir çeşmeden akan suyun şırıltısı. Neredeyim?” der. Yazarın bu öyküde Guguk Kuşu’ndan ve Körleşme’den bahsedişi de tesadüfi değildir.
Kronolojik bir sıraya uyulmamış “Karanfil Saksılar”da. Daldan dala atlanmış: Farklı zamanlara, mekânlara, şahıslara… “… Biri bana bir söz söylerken, bir erik ağacının dalına doğru uzatmışken kolumu, ürkerek ben bu anı bir kez daha yaşadım, diye düşünürüm. Kuşlar geçiyor belleğimdeki gökyüzünden. Tahta bir merdiven gıcırdıyor. Orada, avlunun dibinde, hiç görmemişim de gördüm sanıyormuşum gibi duruyor ev.” Yine aynı öyküdeki imgeler ve metaforların kattığı şiirsellik de oldukça dikkat çekicidir. “Örtüyü boynuma doladım. Kırmızı karanfiller çoğalıp dağıldı göğsümün üstünde.”
Okuyan için geri dönüşler, örtük ifadeler ve kapalı anlamlar yorucu olduğu kadar keyifli de olabilir. Çünkü zihni zorlayacak, açacak, genişletecek ve geliştirecek bir uğraş bu.
Son öykü ise “Kıyıda”… İsmiyle müsemma bir öykü…
Uykusuzlar’dan kalan…
Yazıldığı zamanın izlerini taşıyan bir kitap Uykusuzlar… Aral, bu kitabında toplumsal olaylara tutmuş aynasını. Bireylerin nasıl oradan oraya savrulduğunu ve bu savruluşlar sonucunda yaşanan travmaları anlatmış. Ancak anlattığı öyküler -aradan geçen onca yıla rağmen- güncelliğini yitirmemiş.
Aslolan, insanın yaşadıkları değil midir zaten? Acısı, umudu, kederi, sevinci, kaygısı, korkusuyla… İnsana ait olan duygulardan geçmez mi yolu öykünün de? Bazen bir kapı eşiğinde belirir yüzü, bazen demir parmaklıkların ardında…
Bilinç akımı sıklıkla kullanılıyor Uykusuzlar’da. Öyle hemencecik okunup geçilebilecek türden öyküler yok; anlattıkları üzerinde durup düşünmek gerek. Hatırladığımız, yaşanmışlığın dilimizde bıraktığı tat değil sadece. Tanıdık bildik bir ‘geçmiş’ aynı zamanda…
O toplumsal savruluşların kahramanları, şimdilerde yazılmış birer öykü kahramanı olsalardı yine benzer şeyleri yaşayacaklardı muhtemelen. İsimler, şehirler, vakitler… değişse de ‘yaşanılan’ değişmeyecek, yine ‘anlatılan’a dönüşecekti. Kitabın adı yine aynı olacaktı: Uykusuzlar… “Konuşmaktan kaçınıyoruz. Aramızda söylenmeden bilinen sözcüklerle kurulmuş bir köprü var ve konuşursak belki dağılırız.” diyecekti.
Geriye kalan o ‘geçmiş’le…
Merve Koçak Kurt – edebiyathaber.net (28 Nisan 2015)