Uzun zamandır beklenen, okurlarının kavuşmak için gün saydığı Kehribar Geçidi, nihayet raflardaki yerini aldı. Sekiz yıllık emeğin ürünü olan kitap bize geçmişin kadim söylenceleriyle örülmüş gizemli bir dünya vaat ediyor.
Nazan Bekiroğlu’nun okurlarıyla özel bir bağı var. Bu bağı, yayımlanmış eserlerinde kullandığı özenli dili, ihtiyatlı coşkusu ve yarattığı evrene hâkimiyeti kuruyor. Aynı zamanda akademisyen olması, kurgunun gerçekçi düzlemini son derece kusursuz bir şekilde donatmasına imkân veriyor.
Şimdi okurları antik Roma’nın görkemli atmosferine de aynı ustalıkla çekmekte oluşuna şaşmamak gerek.
Nazan Bekiroğlu sevenler onun ruhu dinlendiren cümlelerine aşinadır. Lakin son romanı Kehribar Geçidi’nde şu cümleleri okuduğum vakit, ben de bir zamandan başkasına doğru yol almış hissettim:
“Sanki ölmüşüz de bu dünyadaki günlerimizi anarak konuşuyoruz seninle. Sanki bu dünyadaki yaşamımız bitmiş de biri, bütün dertlerimize dönüp şöyle bir bakalım diye omuzumuzu okşar gibi. Bitti artık, geçti, der gibi.”
Bir romanı okunur kılan gerçeklik duygusunun yanında günümüz dünyasından kopup sizi varlığınızla ruhunuzla yüzleştirmesi ve bu yüzleşmeyi sağlayacak inancı okura yansıtması. Bu yüzden belki, Nazan Bekiroğlu, “Beni ölümle korkutamazsın, ben ölümden sonraya inanıyorum,” diyor.
Kehribar Geçidi, tarihin tozlu sayfalarında unutulduğunu düşündüğümüz canlı mı canlı bir hayatı sayfalara dökmüş. Bizi antik Roma’nın kütüphanelerine, yazıtlarına, lahitlerindeki sırlara, dev tonozları, agoraları, forumları ve baş döndüren azametiyle Roma’nın keskin kurallarla örülü sosyal yaşamına götürüyor ve bizi son derece gerçekçi ve capcanlı bir kurgunun orta yerine bırakıyor. Efendilerle kölelerin, yazıcılarla âşıkların, uyuyanlarla rüyadakilerin yarattığı anaforda gözümüz eski bir sikkeye ve tüm hikâyeyi sırtlandığından habersiz bir köpeğe odaklanıyor.
Böyle sıradan ve sessiz bir motivasyonla başlayan akışla birlikte Roma’nın taş sokaklarından, köle pazarlarının acılı telaşından, Collesiumun kumlarından geçip Teber nehrinin serin sularına, dağ oyuklarına yedi uyurlar efsanesindeki gizemli mağaraya gidiyoruz.
Tarihi roman yazmak tarih yazmak değilse de yazdığınız dönemin ruhuna, bilgisine vâkıf olmak demek. Öyle ki karakterleriniz konuşurken, alışkanlıklarını tavırlarını sergilerken metnin atmosferi içinde sırıtmasın. Kehribar Geçidi’nin ustalığı işte tam da burada saklı. Karakterleri yaşıyor. İşlek zekâsıyla erdemini aynı anda konuşturabilen Yazıcı Köle Simonides, hem akıl baliğ hem eğlenceli kişiliğiyle Azatlı Köle Vitalis, kalbi titreten Lahit kopyacısı Linus, tüm duygularını safiyetle yaşayan ve kaderi birdenbire altı kişinin kaderine ekleniveren Çoban Faselis, Gezgin Al-Mina, Barbar Subay Geta ve Kehribar adındaki köpekle birlikte gölgelerin mağarasına doğru her sayfasında bizi çeken bir yolculuğa çıkıyor.
Yedi yolcuyla bir köpeğin vadileri aşıp bir mağaraya uzanan yolculuğu, tüm dinlerde ve kadim anlatılarda yeri olan yedi uyurların izinde romanı tamamlarken, mağara metaforunun ne kadar zengin ve belli noktaları işaret edercesine anlamlı kullanıldığını da görüyoruz. Mağara son mertebede hem kaçışların nihayete erdiği bir sığınak hem de vicdanımızı örten, onu gün ışığının günahlarından saklayan bir metafor. Kehribar Geçidi’nden mağaraya giden yolda Bekiroğlu insanın güçle, baskıyla, zalimliğin sınırlarıyla kirletilmiş hayatlarından kaçıp ne kadar uzağa gidebileceği konusunda da okuruna farklı bir kavrayış sunuyor.
Roma’nın çöküşü, ihtişamının ve ışığının sönüşü aslında zulüm ile abat olunacağını sanan her imparatorluğun bir gün sınanacağı ve bu sınavı geçemeyeceği hakikati romanda hem tarihi noktalara açıklık getirerek hem de kurgunun ahengini aksatmadan anlatılıyor. Bununla birlikte bildiğimiz yedi uyurların farklı bir yorumu olan karakterlerin her birinin ruhsal yolculuğu her birimizin bir gün aşkla güçle ve acıyla sınanacağı güne hazırlanması icap ettiğini de çok anlamlı biçimde işliyor. Nihayetinde üç yüz dokuz yıl sonra yaşanan uyanışta bir daha hiçbir şey mazideki gibi olmayacak.
Yazıcı Köle’nin, Hanımefendi Sabina’ya olan aşkı gibi, Kandilci’nin rüyası gibi, fırtınaların ağlamakla dinmeyeceğini anlamış Vitalis gibi Kehribar’ın insanın idrakında olmadığı her halini gözlemesi gibi birçok detay bizi romana daha da yaklaştırıyor ve sorguladığı tüm kavramlarla yeniden ilişki kuruyoruz.
Roman aynı zamanda yazıya ve dile karşı bir tür saygı duruşu olmuş. Zira efendisinin Yazıcı Köle’ye yönelttiği, “Alt tarafı bir kopyacısın kendini Aristoteles mi sanıyorsun?” şeklindeki sorgulamasına karşılık, “Kopyayı küçümseme kütüphaneci, kopya edilmese bir metin sonraya nasıl aktarılır?” diye cevap vermesiyle, “Bir dil neresinden kırılır?” diye başlayan cümleleriyle, Yazıcı Köle’nin aşkın gücüyle ilk defa bir şeyleri kopyalamayı bırakıp ta içinden kendi hislerini dökmesiyle yazar, dile ve yazıya dair bir saygı duruşu sergiliyor adeta.
Gerçeklikten sıkılmış, hakikat arıyorsanız, kaçacak bir liman, sığınacak bambaşka bir âlem düşlüyorsanız, tarihin sizin için yepyeni ve her sayfada keşfe dönüşecek bir sergüzeşt olması sizi cezbediyorsa, erdeme vicdana dokunan bir roman özlemi içindeyseniz muhakkak Kehribar Geçidi’ni arıyorsunuz. Kendi rüyanızda uykunuzdan uyanıp yepyeni bir dünyaya uzanmanın vaktidir ve bilmelisiniz ki kehribar geçidinizden geçip mağaranıza vardığınızda hiçbir şey eskisi gibi olmayacak.
edebiyathaber.net (13 Aralık 2021)