Daniel Pennac, Roman Gibi adlı eserinde okur haklarından söz eder. Okurun; okumama hakkı, sayfa atlama hakkı, bir kitabı bitirmeme hakkı, tekrar okuma hakkı, Bovarizm hakkı, canının istediği yerde okuma hakkı, çöplenme hakkı, yüksek sesle okuma hakkı, susma hakkı, canının istediği gibi okuma hakkı olduğunu anlatır. Sanırım ben de canımın istediği gibi okuma hakkını kullanıyorum öykü okurken. Eğlenceli de oluyor. Kimi zaman diğer hakları da bol bol kullanıyorum. Örneğin, yarım bırakma hakkı. Kitap beni sarmadı ise, aradığımı bulamadıysam bu hakkı kullanmaktan mahrum etmem kendimi.
Bir öykü kitabını elime aldığımda genellikle kitaba adını veren öyküden başlarım okumaya, sonra da ilk öyküyü okurum. Serkan Türk’ün Uyurgezer Bir Gölge’sini de canımın istediği gibi okuma hakkımdan yararlanıp son öyküden başlayarak okudum. Kitaba adını veren öykü sona alınmıştı. Okurken pek çok tanıdık isim ve durumla karşılaştım, hemen anladım öykünün beni nereye götürdüğünü. “Bir fırtına kuşunu sevmeliydim seveceğime seni/Hiç değilse baharda göğü şenlendirir gelirdi” dizeleriyle bağlanıverdim Sylvia Plath’in yaşam öyküsüne. Şimdiye kadar pek çok biyografik roman okumuştum, severim de biyografi okumayı, ama ilk defa biyografik bir öykü okuyordum, bu açıdan ilginçti benim için. Sylvia Plath’in yaşam öyküsü ile birlikte yalnızlık, modern bireyin bunalımı, sıkışmışlığı, yazmaya sığınma isteği gibi duyguların irdelendiği bu öyküde sözün gücünü artırmak için kullandığı iki tersinleme cümlesi de hayli ilginç geldi bana, onları sizinle paylaşmak isterim.
“Zihinden çıkış yolu yok Sylvia, dünyayı öldürmek için kapat gözlerini.”
“Yaşamaya çalışırken mezarımdan çıkamadım.”
İnsanın öz yurdu çocukluğudur, denir. Ben de bu sözü biraz değiştirerek çocukluğumuz bizim kara kutumuzdur, diyorum. Yetiştiğimiz ortam, yetişme biçimlerimiz, aldığımız eğitim, travmalarımız, sevgimiz, sevgisizliğimiz, anlatılan masallar, oynadığımız oyunlar, çocukluğumuzun hayali arkadaşları, hayal kahramanlarımız hepsi çocukluğumuzun kara kutusuna kaydedilir. Sık sık çocukluğa dönüşümüz bundandır belki. Serkan Türk’ün öykülerinde de benzer bir durum görüyoruz. Onun olay kişilerinin çoğunun davranışlarını çocukluğu belirliyor. Yazar kahramanlarını sık sık çocukluk günlerine yolculuğa çıkarıyor. Bu yolculuk kimi zaman acı verse de kimi zaman, güzel anıların anımsanması olay kişilerinin direncini artırıyor. Parmaklar öyküsü de bunlardan biri. Bir çocuğun akıl erdiremediklerinin mantıksal bir temele oturtulduğu sevimli bir öykü. Düşünün, çocuksunuz, herkesin iki elinde toplam on parmak olduğu halde sizin on iki parmağınız var. Bir türlü akıl erdiremiyorsunuz buna. Bir yakınınız size bir masal anlatıp belki de şöyle demeli:
“Senin içine bir kahraman kaçmış yavrum, bunlar onun senin içindeki gözleri.”
Serkan Türk’ün öyküleri bir meselesi olan öyküler. Okurunu kendisiyle, çocukluğuyla, içinde yaşadığı toplumla yüzleştiren; sarsan, görmesini, duymasını sağlayan, acı ve sevinci hissettiren öyküler. Bireyin ve toplumun arketiplerini, bu arketiplerin insan yaşamında nelere denk geldiğini, bunların kendini tanımlamadaki misyonunu didaktizme düşmeden ince ince işleyen öyküler. Yalnızlık, sıkışmışlık, çıkışsızlık, travmalarla dolu çocukluk, toplumsallaşamayan, sürekli kendi kendisiyle konuşan insanlar, açık olduğunu defalarca gördüğü halde “Bu kapı neden açık, belki birine ihtiyacı vardır.” demeyen insanların komşuluk ilişkileri, yaşamak istemediği ortamlardan uzaklaşan ama daha da karmaşık ilişkilerin içine düşenler…
Toplumun aksayan yanlarına ve olması gereken durum ve ilişkilere dair de pek çok değini var Uyurgezer Bir Gölge’de. Gazetecilik ahlakı, televizyon. programlarının sığlığı ve onlardan etkilenip birkaç saniyeliğine de olsa ünlenmek için her yolu deneyen insanlar, sokak ortasında öldürülüp üzerleri gazete kağıtları ile örtülenler, çatışmalar, bu çatışmalarda ölenler, kredi kartı borcunu ödeyemediği için intihar edenler, aldatma, motosiklet kazaları, işten atılmalar, batıl inançlar… Öyküleri okuduğumuzda hiç de yabancılık çekmiyoruz işlenen bu konulara, yanı başımızda gördüğümüz ama bizim için neredeyse artık normalleşen durumlara karşı sarsıyor okurunu Serkan Türk.
Okura seslenir gibi kimi üst anlatılar da var öykülerde. “Ne aradığınızı bilmiyorsanız benim düşmanımsınız, doktora gitme tavsiyeniz için teşekkür edeceğim, sanki ben tıka basa kahvaltı yapsam az sonra size anlatacağım şey yaşanmayacak vb.” Sabah Yürüyüşü öyküsünde bunu daha çok görüyoruz.
Kitabı okurken pek çok cümle oldu, sevdiğim, beğendiğim için altını çizdiğim. Okuru derinden etkileyebilecek, aforizma benzeri cümleler. Bunlardan bazılarını sizlerle paylaşmak isterim.
“Sayısız pencerem yoktu, tek tek kapatabileceğim.”
“Bir kızım vardı eskiden, şimdi kimsesizliğim.”
“Kardeşlerimin ve abilerimin boyunu işaretlediği o kapıdaki çiziklerin çoğalmasıydı gurbet.”
“İçindeki ses ölür mü insan öldüğünde?”
“Babam bir güz ölüsü, bu yüzden sevmem kasımı.”
“İnsan utanç duygusunu kaybettiğinde onu terk edermiş.”
Uyurgezer Bir Gölge’deki öyküler her ne kadar birbirinden bağımsız olsalar da öykülerin kimileri ortak öğelerle akraba kılınıyor. Akrabalık ilişkisi; ejderhalar, lunapark, dört yüz on altı, nine, uzaylılar, Burka ve Sangal ile kuruluyor. Bu kurgu biçimi de okumayı eğlenceli hale getiriyor. “Acaba hangi öykü ile ortaklaşacak?” merakı belleği diri tutuyor.
Serkan Türk, Uyurgezer Bir Gölge’de okura katmanlı öyküler sunuyor. Yer yer olay kişileri ile özdeşleştiriyor okuru. Ona seslenen, olay kişilerine de öyküler uyduran bir yazarla karşı karşıyayız kitapta. Yakına Giden Tren adlı öyküyü okurken önce sıradan bir yolculuk başlıyor. İlerledikçe, toplumun bir tren yolculuğu ile anlatıldığını görüyoruz. “Her kompartımanda başka hayatlar.” Bir de bakıyoruz, anlatılanlar olay kahramanının bir öykü kurgusu. Öykü içinde öykü yani. Bir başka öyküde okuru “Lunapark” a götüren yazar; gürültüyü, temelsiz neşeyi, kafada dönüp duranları, toplumsal sorunlara bireysel çözümler üretmeye çalışanları anlatarak ikinci bir katmana geçiriyor bizi, hayatın kendisine. Gardropta yaşayan bir adamı anlatırken, kirasını ödeyemediği için evinden atılan komşunuzun karşı kaldırıma yığılan eşyalarını görüyorsunuz kafanızı uzattığınız pencerenizden, sonra duyarsızlığı, çıkışsızlığı, bireysel çözümler üretme yöntemlerinizi. Serkan Türk, “Edebiyat varsa insan kaçamıyor.” dedirten öyküler sunuyor bize Uyurgezer Bir Gölge’de. İyi okumalar.
Son sözü yazara bırakalım: “Arayanı varsa, insan yalnız değildir.”
Münire Çalışkan Tuğ – edebiyathaber.net (22 Mart 2019)