“Uzaklıkların en esaslısı, asla coğrafik değildir.” demiş John Fowles. Çoğu zaman en yakınımızdaki insanlarla bir türlü ortak bir iletişim noktası bulamazken, birbirimizi anlamakta zorlanırken, dünyanın başka bir ucunda hiç tanımadığımız insanların hikayesinde kendimi bulmanın tadı doyumsuz şaşkınlığını benim gibi birçok insan sık sık yaşıyor olmalı. Benzer şekilde, bir yere, bir coğrafyaya ait olmadığını, yurtsuzluğunu kanıtlamak istercesine dünyanın bir ucundan diğer ucuna giderek, hiç tanımadığı coğrafyalarda ve kültürlerde yaşama deneyimini sürdüren, yalnızlığın başka bir halini bambaşka kalabalıklar içinde yeniden ve yeniden tanımlamayı tercih eden insanları da hem çok merak etmiş hem de onlara karşı yakınlık duymuşumdur.
Geçtiğimiz Aralık ayında yayımlanan Cemal ve Soysuzluk kitabının yazarı Işıl Aydın, uzaklık ve yakınlığa dair bu iki özelliği edebiyatla buluşturduğu öykülerinde okuru aynı zamanda fantastik bir dünyanın içinde ağırlıyor. Yıllardır çevirileri ile edebiyatın içinde yaşamını sürdüren, Charles Dickens ve Paul Auster gibi birçok ünlü edebiyatçının kitaplarını dilimize kazandıran Işıl Aydın’ın ilk kitabı Cemal ve Soysuzluk. Yaklaşık on yılını hem coğrafi hem de kültürel anlamda bize uzak ülkelerde yaşayarak farklı işlerde çalışarak geçirmiş. Bu yıllardan süzülen deneyiminin yansıdığı öykülerde karşımıza çıkan kahramanlar, olaylar, insanlık halleri, duygular, belki bilmediğimiz, belki bize uzak olduğunu düşündüğümüz için çok çarpıcı. Ama öykülerin okuru etkileyen asıl özelliğinin, Işıl Aydın’ın farklı coğrafya ve kültürlerden edindiği deneyimler kadar yıllar içinde biriktirdiği edebiyat deneyimini de daha ilk kitabında kendine özgü üslup ve anlatımı ile bu öykülere aktarabilmesi olduğunu düşünüyorum. Bazı öyküleri farkında olmadan neredeyse nefesimi tutarak okuduğumu söylemeliyim.
Kitapta sekiz öykü yer alıyor. Kitaba ismini de veren ilk öykü Cemal ve Soysuzluk’ta yazar, okuruna edebi olarak nasıl bir dünyanın içinde yolculuk yaptıracağının ipuçlarını veriyor. Tüm öykülerin yazar tarafından bilinçli olarak kullanıldığını gördüğümüz belirgin teknik özellikleri var ve bu özellikler anlatımı oldukça güçlendiriyor. Örneğin ilk öyküde kahramanlardan sadece Cemal’in ismini görüyoruz, ben anlatıcı dahil diğer kahramanların isimleri yok. Ben anlatıcının kadın mı erkek mi olduğu da çok belirgin değil, sadece bir yerde Cemal’ın anlatıcıya çiçek getirmesi nedeni ile onun bir kadın olabileceğini düşünüyoruz ama erkek de olabilir, neden olmasın? Bunun bir önemi yok. Bu şekilde, öykü içinde ilerlerken okurun yazar tarafından bilinçli bir şekilde, önce Cemal’e, sonra anlatıcı kahramanın kimliğine, diğer kahramanlara, öne çıkan hikâyeye dikkati çekiliyor. Işıl Aydın, öykülerinde anlatmak istediği her ne ise okuru adım adım o hedefe doğru ilerletecek bir kurgulama yapıyor. Bunu yaparken öyküde yer alan diğer her şey, dil ve örneklemeye çalıştığım tüm teknik tercihler sadece bu hedefe giden yolda anlatımı desteklemek için var. Cemal ve Soysuzluk’ta, üst metinde bize sunulan hikâye tanıdık; bir anne baba, bir aldatma aldatılma, bir çocukluk travması kendiliğinden bir olayı kurgulamamızı sağlıyor. Ama olayların sonuçları, kişilerde yarattığı duygu ve yaşamlarında neden olduğu değişiklikler hiç beklenildiği ilerlemiyor. Işıl Aydın her öyküde okuru şaşırtmayı başaran bir ustalığı sergiliyor. Bu nedenle öykülerin dinamizmi hiç bitmiyor, çok sürükleyici öyküler.
İkinci ve üçüncü öyküler Annem Arapça Özler ve Kedinin Dediği ile daha fantastik bir anlatımla karşılaşıyoruz. Bu iki öyküde de olaylar çok tanıdık biçimde gelişirken, okuru kendisiyle ve toplumla yüzleştiren bir sona doğru ilerliyor. Başkaları ne der diyerek biçimlendirilen yaşamların nasıl trajik sonlara ilerlediğini trajik bir hikâye ile anlatıyor Kedinin Dediği.
Bir Şaman Hatırından Derya öyküsünde fantastik anlatım daha yoğun. Öykünün adından tahmin edileceği gibi, odağına doğa-insan ilişkisini alan, medeniyet dediğimiz ve aslında ne dünyaya ne de bize pek faydası olan şey bir çeşit bulaşıcı mikrop gibi dünyanın her yerine yayılırken, varlığı ile başta doğa birçok şeyi yok ediyor. Bu değişimden payını alan deniz kenarında bir oba halkının, denizle bir çeşit savaşa dönüşen tarihini masalla gerçeğin karıştığı hikayeler eşliğinde okuyoruz. Bu hikâyenin ana kahramanı, obanın çocuklarından Simber, geçmişle geleceğin, doğa ile insanın, yaşamla ölümün arasında bir aracı, farkında olmadan bir yol göstericiye dönüşüyor. Doğa ile ilişkimizi, merak duygusunu hep taze tutan kurgusu, gerçekle masal arasında gidip gelen anlatımı ile sunan bu öykü kitabın en etkilendiğim öykülerinden oldu. Tohuma Gazel isimli öyküde de bambaşka bir kurgu ile doğa ile savaşımız anlatılıyor; yenik düşenin en baştan belli olduğu bir savaş bu.
Maya Tekerleğinde Adalet, coğrafyalar arası mesafelerden daha çok içimizde yanarak, acıtarak kendini belli eden uzak ve yakın kavramlarını Hazal’ın yüreğinden yaşamına aktararak ilerleyen bir öykü. Işıl Aydın bu öyküde, hayata dair hem birçok farklı olguyu buluşturmuş hem de basit ve sade bir sona ulaştırmış öyküyü. Gazze Şeridi’nde çatışmanın yoğun olduğu bir cepheden Şırnak’ta kadınların ortak kaderine mahkûm Hazal’a, oradan Pasifik kıyısında Maya takvimi zamanında yaşayan bir köye uzanan öykü, Hazal’ın ismi dahil her şeyini terk ettiği bir hiçlikten hem bir kadın hem de bir insan olarak yeniden doğuşuna tanıklık etmemizi sağlıyor. Yazarın artık iyice aşina olduğumuz üslubu ile yazılmış bu öykü dünyanın bütün acılarını Hazal’ın hikayesinde sağaltan bir yolculuk yaptırıyor bize.
Elveda San Pedro’da da acılarının yükünü uzak coğrafyalarda hafifletmeyi seçen başka bir kadının, Diane’in hikayesine konuk oluyoruz. Kitabın son öyküsü Hypatia Taşı’nda yine Türkiye’ye dönüyoruz, başka bir kadının insanlık mücadelesine.
Tüm öykülerde ya olayların geçtiği coğrafyalar ya yaşananlar ya da kahramanlar bize uzak görünüyor. Ama öykülerin içinde ilerledikçe coğrafyalar da, yaşananlar ve kahramanlar da yakınlaşmaya başlıyor. Öyle ya da böyle her öykünün bir yerinde kendimizle karşılaşıyoruz.
Şule Tüzül – edebiyathaber.net (6 Şubat 2020)