Her yolculuk bir vaattir. Bu vaat, sürekliliğini kısa bir ân durdurmak istediğimiz şimdiki zamana beklentisizliği ekler. Dönüşlü olduğunu bildiğimiz yollarda, kimi zaman belirsizlik kimi zaman yabancılık duygusunu taşıyarak var olabileceğimize dair iyimserlik, uzaklaşmak istediğimiz yerlere ve insanlara ait tedirginliğimizi sağaltır. Bir bakıma, varacağımız o uzak yerin içinde sakladıklarının bize iyi geleceğini düşünmek, kesintisiz merak duygusunun tezahürü gibidir. Yolculukların benliğimizde bıraktığı iz, başlangıcı ve sonu nasıl olursa olsun, kim olduğumuza ve aslında ne aradığımıza ilişkin derin bir çiziktir.
Yol, insanı kendisine inandırır. Geride bırakılan veya ulaşılmak istenen yer değildir belki yola düşenin cesur ihtimali. Gitmek ile varmak, zamanı tanımsız ve mekânı belirsiz, sanki hiç bilmediğimiz, karşılaşmadığımız yerlerin sessizliğini bölmek içindir. Gelgelelim bu sessizliği bölenin sadece kendimiz olduğu fikri, süregelen hayatın bizi izlediği gerçeğini değiştirmez. Bir otobüsün penceresi yüzümüze aşinadır, bizim göremediğimiz her çizginin yaşanmışlığını bilir. Yol boyu izlediğimiz ağaçlar bakışlarımız onlara değdiği anda hisseder duygularımızı. Baktığımız yönde sıralanmış dağlar, uzak tepeler, sert taşlar kendi mücadelemizin, kaygımızın ve beklentimizin heybetini yontar, biçimlendirir. Bir tren, sevinçlerimizi ve yenilgilerimizi vagonlara böler, denk geldiğimiz kompartıman başka insanların ve hayatların hikâyeleriyle buluşturandır. Halbuki hiç fark etmeyiz değil mi bize yol boyu eşlik eden nesnelerin ve mekânların konuşan, hisseden, bilen ve tanıyan varlıklar olduğunu? İçlerine yerleştiğimizde pek anlamayız esasen onların bizim içimizdeki yerlerde nasıl kalıcı olduklarını.
Ömer F. Oyal’ın Yapı Kredi Yayınları tarafından basılan yeni romanı Zaman Lekeleri, böyle uzun bir yolculuğun hikâyesini anlatmaya 25 Temmuz 1943 sabahı bir vagonun sesiyle başlıyor ve bu ses bütün roman boyunca devam eden yolculuğumuzda yanımızdan hiç ayrılmıyor. 11 numaralı vagon, 1900’lü yılların başında ışıldadığını hatırladığı günlerden, Çukurova Ekspresi’nin iki gün devam eden Adana-İstanbul seferinde görüp tanık olduklarıyla bizi tarihin bilmediğimiz istasyonlarında dinlendiriyor; tanışacağımız yeni insanların farklı hikâyelerini anlatırken savaşın, yıkımın, göçün ardındaki tüm yaşanmışlıklara hatıralarını saçıyor. Merakından mütevellit, her yolcunun yüzünden, hareketlerinden, pencereden dışarıyı izleyişinden, suskunluğundan, havada asılı kalan yabancılık ve tedirginlik duygusundan çıkardığı anlamları yolculuk boyunca öğrendikleriyle, gördükleriyle birleştiriyor. Belki romanın ikinci sayfasını tamamlarken kurduğu cümle tanık olduğu yaklaşık yarım yüzyıllık tarihi de özetliyor: “Şahitlik, adı konulmamış tutsaklıktır, akıp geçenin hatırasına hapsolmaktır. Dinlendirici yanılsama anlarında şahitliğin uğursuz koşusu yavaşlıyor, ışıl ışıl, taze günlerin hatırası, hakiki serinliğin, uzakların hatırası çıkıp geliyor.”
11 numaralı vagon, tekinsiz kalabalıkların ve uğultusu hiç bitmeyen karmaşanın ortasında yolcularının, onları uğurlayanların, karşılayanların, hamalların, kapkaççıların, kondüktörlerin, satıcıların varlığını adlandırabilmek için yaşanmışlığın yavaşlığına inanıyor. Hareketten umulan sevinci, anlatıcı olarak sorumluluğunu hissettiği hakikatleri olduğu ve yaşandığı gibi anlatabilmek adına büyütüyor. Hatıralara saçılmak isteyişi, iki günlük sefer boyunca geçeceği şehirlerin ve nefesleneceği istasyonların ona göstereceklerinden sebep değil sadece; beklentisiz günlerin güzelliğine, rayların üstündeki titreşimin korkusuna karşı içinde büyüyen arzu. Hayallerini, misafir ettiği yolculardan öğrendikleriyle sınırlasa da bildikleri, ihtimallerden ibaret olanları anlamaya çalışmasıyla biçimleniyor. Farklı kompartımanların geçici misafirlerinin yüzlerinde, bakışlarında, suskunluklarında aradığı, kendisinin geçmişte yaşadıklarını çevreliyor.
“Hepsiyle ilgilenmek, hikâyeleri biriktirmek için yeterince zaman var. Henüz ilk hareketin sevinci yerini alışıldık mahmurluğa bırakmadı. Zaman geçtikçe yola çıkmış olmanın ürpertisi silinip gidecek, rayların üzerindeki takırtı ve manzara ilgi çekmez olacak, sıkıntı beklediği yerden kımıldayarak ağır ağır bütün kompartımanları zapt edecek.”
2 numaralı kompartımandaki üç çocuklu çiftin ve kayınvalidenin mutsuzluğu; gergin tavırlarıyla cam kenarında oturan diğer çiftin, Bedriye ve Mehmet’in sakladığı gerçek; Zeynep ile babasını bilmeyen bebeği ve kendi babası Rıza’nın acımasızlığı; 3 numaralı kompartımanda annesini ve kız kardeşini öldürerek ismindeki namus lekesini temizlediğini düşünen mahkûm ve jandarmaların gözleriyle anlattıkları; kondüktör Safa’nın görevine bağlılığı, vagonun varlığını hikâyeleriyle onaylıyor. Tifüs ve bit salgını, yoksulluk ve açlık karşısındaki çaresizlik her kompartımanın kapısının ardına saklanıyor. Şüphesiz 11 numaralı vagon sadece yol boyunca olan biteni anlatmıyor, kendi yolculuğunu anlatan bir başka anlatıcı kimliğine de bürünüyor. Kompartımandaki her insan hikâyesini tarihin tozlu sayfaları arasındaki hakikatlere ekliyor. Haydarpaşa’ya uğruyoruz. 11 numaralı vagonun arkadaşlarıyla tanışıyoruz. Bağdat Demiryolu’nun yapım aşamasında yaşananları öğreniyoruz. Davet edilen yabancı mühendislerin ülkede geçirdikleri değişimleri anlamaya çalışırken savaşın, yıkımın ve göçün dönüştürdüklerini, kayıpları dinleyerek insanlığın ve şehirlerin yeniden inşasına tanık oluyoruz. Bu bağlamda anlatıcı olarak 11 numaralı vagon, tarihsel ve toplumsal bir sorumluluğu üstleniyor. “Geçmişteki günler nereye kaybolur” sorusu veyahut “Elbette zaman, olmuş olanın artık olmadığının en büyük güvencesi. Zaman perdedir; yıllar geçtikçe geçmişin yerini alır, hakikatin kendisi olur, ta ki üzerine yeni bir perde örtülene kadar. Örtülenin kurcalanmasına duyulan öfke bu toprakların özüdür” deyişi bu yüzdendir belki, kimbilir?
Zaman Lekeleri, çok katmanlı bir roman. Bellek ve zaman arasındaki döngüselliği; Doğu-Batı ve şehir-taşra arasındaki farklılıkları; hatırlama dolayımıyla kavranan geçmişin şimdiki zamandaki etkilerini ve kendisini nasıl yeniden ürettiğini; savaşın ve göçün tarihsel-toplumsal bağlamını; kadın-erkek ilişkilerinde dile getirilmeyen öğrenilmiş, kanıksanmış belirleyicilerin niteliğini bu katmanlar olarak kategorilendirebiliriz. Ömer F. Oyal’ın mekânı kişileştirerek anlatıcı olarak vagonu seçmesi, anlatının tarihsel işlevini vurguluyor. Mekânın kişileştirilmesi anlatıya -hakikatin okur üzerindeki etkisini yoğunlaştırması açısından- ayrı bir alan açıyor. Bu sayede aslında hem trende hem de yüzyılın başında yaşananları görmeyen bizler, bütüncül geriye dönüşlerle o ânları yaşamayan ama gören konumuna yerleşiyoruz. Tıpkı kompartımandaki diğer yolcular gibi.
Romanın her bir karakterinde, anlatıcı olan 11 numaralı vagonun tanıklıkları ve anlattıkları cisimleşiyor. Kondüktör Safa’nın görev bilinci ve bağlılığı devletin algılanışını gösteriyor. Jandarmaların eşlik ettiği mahkûma karşı olan tavırları iktidar ve tahakkümün yapısını, diğer yolcuların tanık oldukları bu yapıya sessiz kalışları ise güç ve otorite karşısındaki boyun eğişi betimliyor. Zeynep’in babası Rıza’nın kızının evlenmeden dünyaya getirdiği bebeğine piç deyişi, karşısında oturan Bedriye’ye bakışındaki arzuyla çakışıyor, bu çakışma toplumsal ve kültürel bağlamdaki sıkışmışlığı işaretliyor. Kayınvalidenin torunlarına anlattığı masal aracılığıyla gelinini yok saymasında -gelininin torunlarının öz annesi olmaması sebebiyle- dışsallaştırma pratiğinin geleneksel kodlarını görüyoruz. Öte yandan iç ses olan 11 numaralı vagonun, söylenemeyenleri dillendiren, Doğu hakkında tatsız bilgilerin sahibi dış ses 9 numaralı vagonu önemseyişinde değişimi ve medeniyeti anlamak için verdiği çabayı duyumsuyoruz. Bağdat Demiryolu’nun inşası sırasında mühendisler ve gayrimüslim kondüktörler aracılığıyla anlatılan süreç, Batı’nın Doğu’yu nasıl algıladığını işaretliyor. Yabancı mühendislerin içinde yaşadıkça, eleştirdikleri halde uyum sağlamaya başladıkları zaman dilimini Franz özelinde şöyle dile getiriyor 11 numaralı vagon: “Gözlerindeki kıvılcımın her gün biraz daha çekildiğini görebiliyorum. Bozkıra uyum sağlamaya başladığını, buraya benzediğini, aynı umursamazlığı sindirdiğini, umursamazlığın ta kendisi olduğunu görebiliyorum.” Mühendis Rudolf’un karısı Uta’nın okuduğu kitabın sayfasına kesilen parmağından süzülen kanın bıraktığı kırmızı lekenin yayıldığı dizeler, geçmişin lekeleriyle birleşiyor:
“Hayatımızda zaman lekeleri vardır,
Belirgin bir üstünlükle yenileyici güç barındırırlar,
Yanlış bir fikir ya da kavgacı bir düşüncenin
Ya da ölümcül bir ağırlığın altında bunalmışken,
Önemsiz işlerimiz ve günlük ilişkilerimiz
Sırasında, beyinlerimiz ondan beslenirler
Ve görünmez bir şekilde iyileştirilirler…”*
11 numaralı vagon, kişileştirilmiş bir mekân olarak birbirinden ayrılan ânları “tarihin sinsi dedikoduculuğu” ile bütünleştiren anlatıcı kimliğiyle, romandaki zamanın da belirleyicisi. Duygulanımların aynası aynı zamanda. Kederle hazzı, belirsizlikle umudu, kaderle geleceği, öfkeyle çaresizliği yansıtan… İstasyonların ve köprülerin romanın diğer mekânları olarak farklı toplumsal anlamları olduğunu söyleyebilirim. Aynı şekilde lokomotiflerin ve tünellerin. Birer eşik olan köprüler ulaşılmak istenen gelişmişliğe, başlama-bekleme-bitiş yerleri istasyonlar geçmişin duranlığına, lokomotifler ise sürekli ilerleme hayaline, tüneller bir ışıkla aydınlanacak gelecek tahayyülüne atıf. Romanda zaman ve bellek arasındaki ilişkinin Proust’un istemdışı bellek unsurları ile örtüştüğünü düşünüyorum*: İstemdışı bellek benzerlik veya özdeşlik üzerinden değil içsel bağıntıları ile anlamlandırılır. Hatırlamanın hakikati -yaşananların birbirini kuşattığı, kapsadığı ânlarda- ilişkileri, olayları ve durumları birbirine içkin hale getirir. Böylelikle Zaman Lekeleri, 11 numaralı vagonun çift yönlü anlatıcı kimliğiyle zamanı farklı şehirler, mekânlar ve nesneler üzerinden bu içsel bağıntılar dolayımıyla yeniden tanımlıyor. İstanbul ve bozkır, kara ve deniz, tren ve uçak, kompartımanların açılmayan pencereleri ve sürekli açılan kapıları toplumsal olanın içe kapanıklığını ve dışa açılmaktan ürken yanını tamamlıyor. Fazla sayıdaki karakteri ve kuşkusuz birbirine eklenen hikâyelerinin anlamsal derinliği ile Zaman Lekeleri, 11 numaralı vagonu ulaşacağımız bir istasyonda bekletiyor, şimdi içinde olduğumuz kompartımanlarında yaşananlar ve hikâyeler kitap tamamlandığında da devam ediyor. Çünkü: “Şehre yaklaştıkça endişenin kabarması, her şeyin yolculuk bittiğinde başlayacağı, yolculuğun sadece hayatın bir süre askıda kalması olduğu bilgisi tazedir.”
Funda Dörtkaş – edebiyathaber.net (21 Mart 2018)
* Wordsworth, W. (2009), “Prelüd”, Çev: Nazmi Ağıl, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul.
* Beckett, S.(2001) “Proust”, Çev: Orhan Koçak, Metis Yayınları, İstanbul.