“Hatırlamak bir dile ya da başkasına kayıt düşmektir.” (Guillermo Cabrera Infante)
Infante okumalarımda sürekli karşıma çıkan geçmişteki gelecek düşüncesi biraz da onun sürgün kimliğinden kaynaklanan bir olgu. Gene de, ben, onun anlatı gamını severim. Sizi bir yerde tutar, sonra da kendi anlatı labirentinde gezindirir. Bir süre sonra da hatırlayan belleğinizin yolcusu kesilirsiniz.
“İyi anlatıcı”dan başka ne beklenir?!
Anlatıcının düş ve dil yurdunu inşa ederken gezindiği labirentimsi dünya her türlü alegoriyi kaldırır. Kendine uzak tuttuğu, hatta ötelediği ne varsa ironiyle bir biçimde gelip anlatısının dokusunu oluşturur. Kuşkusuz bu kaybedilenlere sızlanma, yaşananlara derin bir özlem değildir. Olsa olsa sızılı bir bakış, derin bir içlenme. Oda bilir ki her yaşananla “mutlu” çağlar geride kalmıştır. Gene de “hatırlamak iyidir”, diyerek yazmaya yönelir.
Kendini yurtsuzlaştırarak yazıda yurt edinmesi/araması, ister istemez yazarak yarattığı geçmişini hatırlarken, ona bir de gelecek kurma düşünü verir.
“Okurun yazdıklarımın yazgısı olan geleceğe inanmasını istemiyorum, o geleceği okuduğu geçmişin içinde yaratmasını istiyorum,” demesi de biraz bunun göstergesi.
Kopulamayan geçmiş ancak bellek yolculuğunda yeniden gelip bulur bizi. Ama yazarak hatırlarız her birini.
Romancı anı yazmadığına göre, geçmiş onun bir tür malzemesi.
Nasıl yaşıyorsanız biraz da öyle yazıyorsunuz.
İnfante eğer Küba’da kalsaydı, yazdıklarının tınısı daha başka olurdu.
Gerçi o sürgündeyken de daha çok Kübalıdır. Ama duygusu, tınısı, hatırlayışları, özlemleri, kırgınlıkları farklıdır.
Hatta sürgün yaşamında yazı/anlatı onun için bir tutunma biçimine dönüşmüştür. Yazarak bir “yurt” kurarken ötedeki yurduna da döner. Çocukluğunun geçtiği Batista dönemi bir “cennet” değildir. Devrimin yakınında, hatta içinde olması onu bir zaman sonra hayal kırıklığına uğratmasına engel olamaz.
Onu “çoksesli” anlatıcı kılan da yaşadığı/tanıklık ettiği gerçekliklerdir aslında. “Tropiklerde Şafak Görünümü”, “Kapanda Üç Kaplan” bir yanıyla o “geçmiş”in izlerini taşır, öte yanıyla da kurulan dünyanın rengi soluğuyla ortaya bir anlatı güzellemesi çıkarır. “Şehirler kitabı” ise hem o “çoksesli” anlatıcı yanını, hem de belleğindeki izlerin dönüştüğü yazı evrenini taşır bize.
Geçmiş, aynı zamanda bize bir tasarım düşüncesi de verir. Nerede/neyi/nasıl yaşadık, nasıldık ve oradaki benliğimizin gerçeklikleri neleri içeriyordu…
Yani bir tür kendini bilmek/tanımak yolculuğunun debisi geçmişimizdedir. Oradan ağanlarla yaşarız şimdiyi, gelecek düşlerini de ancak öylece kurabiliriz.
Bu salt gördüğünü görmek, yaşadığını yaşamak, hissettiğini hissetmek değildir.
Bugündeki benliğimizden geçmişteki benliğimize, varlığımızın ve yaşadıklarımızın gerçekliklerine bakarken oldurmaya çalıştığımız hayatın labirentlerinde de gezinmektir aynı zamanda. Anlatıcı “bugün”dedir yazarken, ama anlatısında kurduğu “geçmiş”tir. Oradan yola çıkarak bugüne gelir, gelecek düşünü de imler yer yer.
Bu da bizi kurmacanın gerçekliğine taşır. Yani yaşanmışlığı kayda geçmek değil, buradan etki/esinle yeniden yaratımı seçeriz.
Infante’nin ölümünden sonra yayımlanan anlatısı “Vefasız Peri” bir bakıma bu soy bir anlatı.
Sürgünlük zamanının ruhuyla yazılan roman, bir Havana rapsodisi adeta.İçinize işleyen, ruhunuzu kanatlandıran bir anlatı. Öyle ki, gözünüz ruhunuz Dante’ye, oradan Rilke’nin “Duino Ağıtları”na gider.
Anlatıcı burada, eylemde ve söylemde yeni bir anlatı zamanı yaratır. Bu da anlatıcının zamanıdır. Şimdi ve geçmiş arasındaki gelgiti de işte bu zamanın rengini soluğunu ortaya çıkarır.
Karşılayan ve karşılaşılan zaman… Ve şiirsel anlatının baş döndürücü tınısı:
“Günün ortasında karanlık cümlesi, öylesine yıpranmış, sürüklenmiş, cehennemin metaforu olmak istiyor sanki: fakat şimdi, tramvayı olmayan ama raylarının krom gibi parladığı 17. Sokak’ın temiz havasını solurken, giriyorum, giriyoruz, o da benimle birlikte giriyor, güneşten geceye, gün ortası olsak da gece kulübü denen bu yere. Burası cehennemin giriş kapısı değil, cennetin muhtemel giriş kapılarından biri: ‘Gün ortası gecenin en berrak karanlığını tutuyordu’ kolundan. Bu dize ve benim isteksiz elim, tıpkı günden buluta uzanan bir geçit yapay bir çit. Kim geceyi çağırmak, arkasından bağırmak ister? Ben, ben!”
Anlatıcının asla aklını çelen değildir sürgünlük, onu bir yerde/bir duyguda tutandır. Yani oradan bir fantezi/ütopya yaratmak derdinde değildir.
Bir zamanlar var olanların şimdi neden yok olduğunu hatırlar. Hatta yer yer gösterir.
İşte orada biz “yazarın gerçeği”ni görürüz.
O nedenle kendinize dönük her anlatıda “ben-anlatıcı”yı seçersiniz kaçınılmaz biçimde. O dönüklükte tümüyle hayatınız olmasa da, izleri taşır. Orada duygunun, hissetmeni diliyle konuşursunuz. Ama “yazar-anlatıcı”ya anlatınızı teslim ettiğinizde araya engeller koyarsınız. Anlatı inandırıcılığını yitirir.
Infante’nin zaman körlüğüyle duygu körlüğünü buluşturduğu anlatısında Estela bir “ruh”, anlatının ruhu. Ölse de anlatıcıyla buluşabileceği bir kitabın yazılma nedeni.
Ve o “ben-anlatıcı” olmasaydı, şu satırları böyle yazabilir miydi Infante sizce?
“Sadece mutlu bir yaz değildi, baştan aşağı acı, öfke ve ateş dolu bir yazdı. Unutulmaz bir yazdı fakat malum sebeplerden ötürü değil de, şimdi o yazı sanki şu anda içindeymişim gibi hatırladığım için. Daha büyük acı yoktur , derDante, sefalet içindeyken mutlu günleri hatırlamaktan öte. Peki sefalet hatırlanırsa ne olur ve acı hissetmenin yerine bilmenin tadı varsa ve aşk tedirginliği, birbirlerine benzeseler de daha beter değil midir aşk acısından?”
Feridun Andaç- edebiyathaber.net (21 Ağustos 2018)