“Vesikalı Yârim”: Hikâyenin dönüşen hali | Feridun Andaç

Mart 8, 2022

“Vesikalı Yârim”: Hikâyenin dönüşen hali | Feridun Andaç

Elem…

Belki de Vesikalı Yârim (*) filmini en iyi tanımlayan sözcük. Bunu bize anlatan elbette filmin hikâyesinin yalın, bir o kadar da buruklukla anlatımıdır.

İnsan/mekân ekseninde dönenen öykünün bir yerin/kentin kıyısından çıkıp gelmesi, böylesi çok “sıradan” denilebilecek bir durumun sinemada göstergelerle kendine yer açması kayda değer bir olgudur.

Bunda da “yönetmen sineması” denen kavramın Lütfi Ö. Akad sinemasıyla sinema tarihimize iz düşürmesinin payı var kuşkusuz. Hatta şunu da söyleyebiliriz: Akad, yönetmeni bir roman anlatıcısı/kurucusu gibi algılayıp filmini böylesi bir eksen üzerine kurmuştur.

Elbette burada sinema sanatının bütün olanaklarını gözeterek, öne alarak gerçekleştirmiştir bu bakışını.

Akad, bize sessizliği/yalnızlığı, içe kapanışı, burukluğu ve boşluğu anlatıyor. Bunu sağlayan da elbette başat öğe insan öyküsüyle anlatılan/gösterilen mekân(lar)ın dilidir.

Önce öyküye dönecek olursak, filme esin veren/konu alınan Sait Faik Abasıyanık’ın “Menekşeli Vadi” öyküsü şöyle başlar:

“Arkadaşım  kafasını iri elleri arasına almış düşünüyordu. Önünde yarım kiloluk bir şarap şişesi yarı yarıya boştu. Fasulye piyazı ile tek uskumru artık yenmeyecek bir manzara içinde öyle elemli duruyorlar ki, günlerce aç kalmış birinin arzu içinde yemeğe oturduğu halde bir lokma aldıktan sonra birdenbire midesine saplanan bir sancıdan yiyememiş de tabaktaki yemekler canlı imiş gibi üzülmüşler hissini veriyordu. Böyle üçüncü sınıfı  meyhanelere gelen insanların önlerindeki yemekleri silip süpürmeyişleri bana seçmemiş erkekle, seçilmemiş kadının yüzlerindeki içinden çıkılamaz üzüntülü  manayı ve ve hali hatırlatır” (**)

Vesikalı Yârim filmi işte bu doku üzerine kurulmuştur. Bir tür filmin hikâyesinin/anlatımının esinidir. Akad, sözde/yazıda anlatılanı sinema diline dönüştürürken adım adım oradaki hikâyenin dönüşerek yönetmenin kendi diline nasıl vardığını gösterir bize.

Gösteren ve gösterilenin ardındaki bilinç/bakış mekânın diliyle bütünlük oluşturur. Öyle ki, bu üçlemi tamamlayan insan/oyuncu öğesi filmin duygu tınısını var eder.

Sanırım yönetmeni anlatıcı kılan  da asıl budur. Yani insan/mekân öğesini buluşturup yerli yerine oturtmak. Oradan anlatılan hikâyeye akıcılık kazandırmak.

Film sıradan insanların içedönüklüğünün öyküsüdür.

Kalabalığın içinde iki yalnız insanın, Sabiha ile Halil’in karşılaşıp buluşmasıdır.

Akad, sınıfsal olanı gösterirken abartıdan sakınır. Bunu kişilerin hal ve tavırları, düşünceleri, yaşayışları, hatta “ahlaki” duruşlarıyla yansıtır. Gene orada iç/dış mekân gerçekliği hem dönemsel hem de yaşamsal hakikati karşımıza çıkarır.

Akad sinemasının en önemli teması olan “aile”/ “evlilik”/ “göç” burada karşımıza çıkar. Ama asıl anlatılan sevgidir, imkânsız olan bir sevinin filizlenip solmasıdır.

Sevgisizliğin insanı nasıl yalnızlaştırıp buruklaştırdığını, yaşanan hayatların ne tür bir eleme dönüştüğünü anlatır. Bunu da güçlü diyaloglarla, gösterilen durumlarla yansıtması filmin yalın etkili yanlarıdır.

Sabiha’nın sevgiye kendini verme/adama hali, Halil’in sevgiyle kurulabilecek ev/yuva özlemi imkânsız olanla karşılaşır. Aslında ikilinin karşılaşmasının ardındaki gerçeklik toplumsal yaşamdaki sorunların en başlıcalarını oluşturur: mutsuz evlilik, “kötü yol” ya da “kader kurbanı” olma hali…

Bir şeylerin ters gideceğini anlayan, bunu dillendirmekten ürken Sabiha kadar Halil’dir de. Birlikte yaşama isteği sevgi duyma, bunu özlemedir. Bir bakıma karşılık bulunan sevgide arzu edilene kavuşmadır. Bunu yaşamayı denerler. Ama ne zaman ki Halil’in evliliği öğrenilir, Sabiha’da soğurma başlar.

Film karşıtlıklar üzerine kuruludur. Filmin hikâyesinin “gizli özne”si eleştirellik içerir. Akad, bunu sinema diliyle öyle ustalıkla yapar ki; gösterilen her bir durumda bunu hissedersiniz.

Filmin karşılaşma ânlarından finaline değin görülen budur. “Final” dediğimiz sürenin bitişidir. Sabiha’nın manavı uzaktan seyredip gördüklerinden sonra dönüp gitmesi, kalabalığa karışması ve yüzünde beliren acı tufanı bundan sonraki yaşamının nasıl bir elem içinde geçeceğinin de ifadesidir. Tıpkı evinden çıkıp at arabasına binerek bostana giden Halil’in yapayalnızlığının karşımıza çıkması gibi…

Hayatın kırılganlığını, solgun yanlarını anlatır film. Öyle ki, Akad; bir anatomik yapı kurar İstanbul’un bir küçük semtinde yaşanan bu aile dramıyla.

Sabiha-Müjgan dayanışmasında gösterdikleriyle, Sabiha-Halil karşılaşmasındaki gerçeklik; ötede baba-oğulun küçük semt manavında süregiden sıradan hayatlarının seyrine gelip dokunan bu buruk sevda öyküsünün sınırda kalıp öteye geçememesi…

İmkansız aşkın kendi yasalarının ne denli ağır/acımasız, yıkıcı olduğunun sessiz derinlik/uğuntu içinde anlatılması… Belki de sinema sanatının o güçlü gösterim gücünü de anlatır bize.

Göstererek hissettirmek, dokunarak düşündürmek… 

Kaybetmeyi göze alarak her şeyi yapabilme gücü insanın…sevgi uğruna yeni bir hayatı düşlemek, bunu gerçekleştirmek için adım atabilme, yol alabilme inancının önündeki engeller…

Hayatın akışkanlığı, toplumun yasalarının belirleyiciliğini o derin sessizlikte göstermesi… Belki de Vesikalı Yârim’i etkili, kuşatıcı, taşıyıcı kılan da bu olsa gerek.

Gülten Akın’ın şiirini hatırlatan bir duygu tufanı yaşattığını söyleyebilirim Vesikalı Yârim’i yeniden izlediğimde:

BALİNA

Göğü gördüm imkâna tutuldum düşü sevdim
dalıp çıkmalarım “orda bir şey”e dönüktü
kaç kez bir şey, başka bir şey
sıçradım hem yittim
hem belirlendim
derin durdum, teknenin altına girdim
sarstım
sarsıldım vuruşun gitgide usta vuruşuydu
sustum düşe düştüm
senin mi kan, yaralarımdan mı
hey kaptan
ne balinayım ben şimdi inadı içinde
ne senin mavi balinan

(*) Vesikalı Yarim (1968) Yönetmen: Lütfi Ö. Akad, Senaryo: Safa Önal, Oyuncular: Türkân Şoray-İzzet Günay 

(**) Sait Faik Abasıyanık, Lüzumsuz Adam (1948), “Menekşeli Vadi” (1947) öyküsü

edebiyathaber.net (8 Mart 2022)

Yorum yapın