Söyleşi: Hicran Aslan
“Şiir, şairin eylemidir. Şiirin yaşamla örtüşmesi gerekir. Bir şiirin kendini yazanın bir şair olduğunu söylemesi gerekiyor. Her şiir bir öncekine intihâl, diyalektik kavrayıştan yoksun şiir anlayışı şairin parodiler yazmasına neden olur. Bir şair geçmişi, şimdiyi ve geleceği aynı anda yaşar.” Veysel Çolak’ın yakın zamanda Şiir Diyalektik Değilse (Şiir Üzerine Düşünce Uçları) adlı kitabı Kaos Çocuk Parkı Yayınlarından çıktı (2019). Alıntıladığım cümleler dışında neredeyse kitabın tamamının altı çizilesi. Şiirin işlevi ve şairin sorumlulukları üzerine incelikle düşünülmüş, “ben yaptım oldu” tavrının rahatlığı altında süren ve şiire dair algıda ciddi sorunlar yaratan tutumları ve daha pek çok sorunu derinliğine irdelemiş. Şiir ilgilisi herkesin okuyup üzerine düşünmesi gereken bir kitap. Şiir sanatı üzerine düşünmeye katkı olsun diye Veysel Çolak’a sorularım oldu:
Kitabınızdaki metinlerin birçoğunda bireydeki eylemsizlik, edilgen insan tipi, gördükleri, yaşadıkları karşısında deliye dönmemek üzerinde durarak şiirin bir kalkışma olduğunu ve bu kalkışmanın öznesi olan şairin eylemsizlik gibi bir seçiminin olamayacağını söylüyorsunuz. Aslında imlediğiniz bu tepkisizlik de bir delirme biçimi değil mi? Tam da bu kalakalmışlığı yazmaya çalışıyor olamaz mı şair?
Donup kalmak, eylemsiz olmak, tuhaf bir tragedyaya gömülmek, felsefi açıdan bir tavır olarak değerlendirilebilir; ama Türkiye’de şair öznenin öyle bir tavır geliştirdiği, bunun politik ve poetik içeriğini oluşturduğu söylenemez. Çünkü yaşam deyince, kendi yaşadıklarını anlayan, yaşamın merkezine kendini koyan bir şair tipiyle karşı karşıyayız. Hiç kimse, istese bile, kendini bu denli olgu, olay ve durumların dışında tutamaz. Yaşamın diyalektik kavranışı, yaşananlarla bütünüyle ilgilenmeyi gerektirir. Olmayan bu, tek kişilik şiirlerin yazılmasının nedeni de bu. Şairin yaşadıklarının hiçbir önemi yok, çünkü yaşadıkları, hissettiklere kendinde başlayıp kendinde biter. Önemli olan başkalarına hissettirdikleridir.
“Şiir meta değildir. Emeği satanların özgür olduğu söylenemez. Şair, şiirin nasıl bir özgürlük alanı olduğunu anlamadığı sürece yazdığı şiirin özgürlük bilinci oluşturması olanaksız.” diyorsunuz? Yayınevi, dergi, dağıtım şirketleri, editöryel sorunlar, şairin ve şiirin dışında gelişen durumların yol açtığı sonuçlar üzerine neler söylemek istersiniz?
Bilinir. Marks “Kapitalizm sanata, özellikle şiire düşmandır.” saptamasını yapar. Çünkü gölgesini satamadığı ağacı kesen kapitalizm, şiiri ticari mala (meta) dönüştüremediği için şiire düşmandır. Dahası, şiirin doğası gereği devrimci oluşu, oldukça rahatsız edicidir kapitalizm için. Bu söylediklerimden kapitalizmi şiirin ne olduğunu doğru anladığı söylenebilir. Şairden beklenen, kapitalizmin şiire yüklediği, şiddetle karşı çıktığı içeriği kavraması ve bunun gereğini yapmasıdır. Şiirin bireysel ve toplumsal işlevinin olmaması için kapitalizm elinden geleni yapmış, bunun karşısında şair direnememiş; sonuçta, şiir bütünüyle yaşamın dışına itilmiştir. Editörlerin, yayınevlerinin, dergi politikalarının, kitap dağıtım şirketlerinin şiirden yana olmayışı, şiiri iyice değersizleştirmiştir. Şair bir itiraz geliştirilememiş, şiir, bir oyalanma alanına dönüştürülmüştür. Artık yazdıklarının şiir olduğunu düşünen büyük bir kitle kendi yayıncısı olmuş durumda. Üç-beş kuruşu bir araya getirir getirmez, bir yolunu bulup kitap sahibi olabiliyorlar. Kendinde başlayıp kendinde biten bir şiir serüvenidir, yaşanıyor. Bu alanda bir iş kolu da oluştu.
“1980 sonrası söylediği yalana önce kendisi inanan kariyerist, faşizme eyvallah diyen toplumsal sorunlardan uzak duran insanlar ürkütür, 2000li yıllarda kendini kurcalayan, alkol ve uyuşturucuyla arınan, cinsel özgürlüğü metalaştıran insan tipi karakteristik öznedir. Makyavelist, oportünist, popülist, lotaryacı bir şair tipi çıkmıştır ortaya” saptamalarını yapıyorsunuz. “Şair, Şiir, Dil” başlıklı metinde “Pislik Edebiyatı” nitelendirmesini irdeleyerek Asaf Hâlef Çelebi’nin bu bağlamdaki olumsuz yaklaşımına karşı çıkanların “2000 den bu yana özgür bir dil tutumuyla şiir yazıyorlar.” gerçeğini ortaya koyuyorsunuz. 2000li yılların şair ve şiirleriyle ilgili olumlayabileceğiniz neler var?
Asaf Hâlef Çelebi (1907-1958), Türkçe sözlükte olan, ama müstehcen sayılan sözcüklerin kullanılmasına karşı çıkıyor. Aynı anlayışla halk Şiirinde, Divan Şiirinde ahlakî nedenler uydurularak yasaklanan sözcüklerin kullanılması da yadırganmış, kıyasıya olumsuzlanmıştır. “Aşçı aşdan yemesin bok mu yesin sultanım / Yoksa dolsun diye sıçsın mı sahanın dibine” diye bir beyit yazdığınızda pislik edebiyatı yapıyorsunuzdur. Asaf Hâlef Çelebi, Metin Eloğlu‘nun (1927-1985) Düdüklü Tencere (1951) adlı kitabındaki “Ekmek yedim tuz yaladım / Oramı buramı elledim / Sabahtan akşama kadar / Altmışaltı oynadım” dizelerini ve benzerlerini göstererek pislik edebiyatı yapıldığını öne sürmüştü. Ne yazık ki bu karanlık bakış hep işlerlikte oldu. 1970’lı yılların başında bir hikâyeci, yazdığı hikâyede köpeklerin çiftleşmesini anlattığı için kıyamet kopmuştu. Can Yücel (1926-1999) “göt”e “göt” dediği için müstehcenlikten ve politik nedenlerle Renkâhenk (1982) adlı kitabı toplatılmış, kendisi de mahkemeye düşmüştü. Eva Ensler‘in “Vajina Monologları (1996) Türkçeye çevrilip sonra da sahnelendiğinde çokça karşı çıkılmıştı. Onlarca, yüzlerce örneği var bu anlayışın. İnsan her şeyi adlandırır. Vücudunu, organlarını, en kuytu yerini adlandırır; sonra da konuşurken, yazarken kullanır bu adları. Bu adlar Türkçe sözlükte de yer alır. Bir şiirde kullanıldığında yasaklanan sözcükler, sözlükte varlıklarını sürdürürler. Öte yandan halk rahatça kullanıyor o sözcükleri. 2000’lerde yazanlar sözcük seçiminde özgür davranıyor. Kendilerine sansür uygulamıyorlar. Sözcük bakımından, dilin bütününe sahip çıkıyorlar. Nesneye adıyla seslenmek gerekiyor, bunu yapıyorlar. Bu tutum olumlu bence.
Sanat serüveninde yaşamla ve sanatını icra ettiğiniz alanla dopdolu olmak ve alanınızla ilişkili bütün oluşumlardan haberdar olmak, belirli bir donanım ve bilinç oluşturmak gerekir. Ancak onun icra etmeye kalkıştığınız anda bildiğiniz her şeyi unutabilmek ve aslında sezginin -tam da sizin bahsettiğiniz anlamda- basit bir ilham olayı değil alt yapısı çok güçlü, bireyde biriken her şeyi kullanan o tanımlanmaz yapısının kollarına bırakmak gerekiyor sanatçının kendisini. Bence bunu başarabilenler çok iyi işler çıkarıyor.
Sezgi, bilgi ve bilinç üçlüsünü şiirde yönetebilmek için önerileriniz var mı?
Şiir üzerine bu kadar yazdıktan sonra yazarken kal gelme durumları, eleştirileriniz doğrultusunda gardını alma durumları oluyor mu? Bunca metinden sonra sizi okuyanların şiirinize tepkileri üzerine neler söylemek istersiniz?
Öncelikle topluma, toplumsal olaylara; bireye, bireysel durumlara, doğaya, evrene ilişkin bilgi birikimi edinmeli şair. Sonra bu bilgileri yoğurup yorumlamalı, bilince dönüştürmeli. Bu donanım sağlandığında sezme yeteneği de oluşacak ve gelişecektir. Onca aranıştan, araştırmalardan, okumalardan, gözlemlerden, deneyimden sonra vardığım nokta bu. Doğa, toplumbilim, ekonomi, politika, sanat, şiir sanatı, dil, şiir dili… üzerine çok düşündüm. Şiirler yazdım. Şiir yazarken bulduklarımı, kıskanıp kendime saklamadan, herkesle bölüşmek için hemen yazdım ve yayımladım. Ben ya da başka biri, kim yazmış olursa olsun, benim için önemli olan kuşatıcı şiirlerin yazılmasıydı. Böyle düşündüğüm için kendime çalıştığım kadar, şiir yazmak isteyenlere de çalışmış sayıyorum kendimi. Zaten böyle olmalı.
Şiir üzerine ürettiğim, ileriye sürdüğüm düşünceleri, yazdığım şiirlerde kullanıp kullanmadığımı merak edip araştıran birileri var mı bilmiyorum; ama hemen şunu söyleyebilirim: Şiire ilişkin düşüncelerimin yazdığım şiirlerde karşılığını bulması, yansıması için özen gösteriyorum. Çünkü şiir düşüncesi olmadan başarılı şiirlerin yazılabileceğine inanmıyorum. Bu soru Melih Cevdet Anday‘a da soruldu. Bu konuda yazdığı makalede, bir şairin ortaya koyduğu düşüncenin üzerine düşünüleceği yerde; söz konusu düşüncenin şairin şiirlerinde aranmasını olumsuzluyordu haklı olarak. Şiire ilişkin bir düşünce koyarsınız ortaya, birileri düşündüğünüzü yaptınız / yapamadınız diye şiirleriniz yargılamaya başlar. Oysa, önemli olan üretilen şiir düşüncesinin şiire katkısıdır. Umalım, bu anlaşılsın.
Kitap değerlendirme yazılarının kitabı değerlendirmekten çok, kitap karşısında kişinin duygulanımlarına dönüştüğünü, bunun kitaba zarar verebileceğini söylüyorsunuz. Bu değerlendirmenizi biraz açar mısınız?
Her şiirin bilgisi kendinde içkindir. Şiir kitaplarını, şiirleri değerlendirirken, önemli olan şiirlerde içkin olan bilgileri açığa çıkartabilmektir. Bir elmanın bilgisi de kendinde içkindir. Böyle düşünmek gerek şiiri. Şiirde olmayan bir şeyi şiire yakıştırmamak gerek. Yoksa yapılan felsefi idealizm olur. Doğru, güzel şiirler insanı esinler, ama o esinle şiire ve yaşama gidersiniz. Yapılan bu olmuyor. Adamın derdi var, içini dökmek istiyor. Bir şiiri ele alıyor, o şiirle hiçbir ilişkisi olmayan bir çuval söz ediyor. Böyle olunca, elbette şiire zarar veriliyor.
“Biçimci Şairler” başlıklı metninizde tek hücreli şiirler yazan büyük çoğunluk ve yaşamla ilişkilenmeyen ölü şiirlerden bahsediyorsunuz. Bazı şairlerin kendilerine dair bir renk oluşturmak için dilin doğasını bozar, canına okur, dili özürlü hale getirirler. Bunu kitap adlarıyla ilişkilendiriyorsunuz. Sizce şiir yazanları bu denli ilginç adlar bulmaya, farklı yazmak adına zorlama şiirler oluşturmaya iten şeyler nelerdir? Takipçi sayısı, beğeni sayısı, paylaşılan fotoğrafların şiirden çok ilgi görmesi; yani sosyal medyanın yarattığı yanılgıların şiire zararları veya faydaları üzerine neler söylemek istersiniz?
Şiir kitaplarına konulan adlara bakınca, bu konuda düşünülmediğini, bilinç sahibi olunmadığını görüyorum. Kitap adı, o kitapta yer alan şiirlerin şemsiyesi gibi olmalı, şiirlerin temalarını, içeriklerini bütünüyle kapsamalıdır. Bu da seçilen adın değişmece, düzdeğişmece değeri olan bir sözcük ya da özgün bir bağdaştırma olmasını gerektirir. Bu yapılmayınca alışılmamış bir bağdaştırma bulup bir aykırılık oluşturmakla yetiniliyor. O kadar. Böylece hiçbir çağrışım oluşturmayan, kitaptaki şiirle ilişkilendirilemeyen adlar çıkıyor ortaya; ya da ‘Ateş ve Rüzgâr’ gibi çok sıradan, kullanıla kullanıla posası çıkmış bağdaştırmalarla yetiniliyor. Türk şiirinin poetik bir sorunu bu.
Hiçbir şey kendiliğinden suçlu değildir, dinamit bile. Suçlu, insandır; yapan, eden, kılan toplumsal öznedir. Yani sanal ortamın kendiliğinden bir suçu yok. Hatta bu iletişim aracının, olanağının yaratılması değerlidir. İyi bir olanak, yanlış insanların elinde; yanlışın, yanılgının pekişmesine neden oluyor. Sorun bu. Şiire zarar veren insanlar var. Sorun insanda.
Son olarak günümüz şairlerinden şiir kitaplarından beğendiğiniz, okuduğunuz, olumlu bulduğunuz kimler var?
Bu soruyu yanıtlamak benim için oldukça zor. Çünkü 2010’a kadar yayımlanan şiir kitaplarını günü gününe izlerdim. Çıktığından haberdar olduğu bir kitabı görmemek rahatsız ederdi beni. Hâlâ rahatsız oluyorum, ama 2010’dan bu yana yayımlanan şiir kitaplarının çoğunu görmedim, okumadım. Kıyıda köşede yayımlanan çok şiir kitabı var. Bazılarının dergilerde yayımladıkları az sayıdaki şiirlerden yola çıkarak bir düşünce sahibi olmak da olanaksız. Hatta çoğu hiçbir dergide görünmeden peş peşe kitaplar yayımlayabiliyor. Gene de anlamaya çalışıyorum çeşitli çevrelerin yazdığı şiirleri. Bugünlerde şairler üzerine düşünmekten çok şiir sanatı üzerine düşünüyorum. Önemli buluyorum şairlerde bir şiir düşüncesinin oluşmasını. Özetle, ad verecek durumda değilim ne yazık ki…
edebiyathaber.net (19 Haziran 2019)