İsrail Ulusal Kütüphanesi tarafından ölümünün 70. Yıldönümünde internetten yayımlanan intihar mektubunda “hayatını doğru zamanda ve doğru bir şekilde sonlandırmasının iyi olacağına inandığını” yazıyordu Stephen Zweig. Hitler’in dünya düzeninin kalıcı, kendi dünyasının ise bir daha asla var olamayacağı düşüncesinin verdiği karamsarlıkla, 22 Şubat 1942 gecesinde Brezilya’da bir soda şişesine ilave ettiği yüksek dozda Veronal’den üç yudum almış sonra şişeyi eşi Lotte’ye uzatmıştı. Ona göre, Montaigne’in dediği gibi, en gönüllü ölüm, ölümlerin en güzeliydi.
Tıpkı öykü ve romanlarındaki kahramanları gibi, kendi intiharını da çok önceden planlamış, adeta bir tiyatro oyununu sahneler gibi sonlandırmıştı yaşamını Avusturyalı ünlü yazar. Sonsuz yolculuğuna çıkacağı yatağına uzanmadan önce saçlarını özenle taramış, yakasını iliklemiş ve kravatını düzeltmişti. Polis tarafından olay yerinde çekilen fotoğraflarında hem Stefan Zweig hem de eşi Lotte sanki derin bir uykudaymış gibi huzurlu ve sakin görünüyordu. Lotte şık, çiçekli, beyaz bir kimono giymiş, başını kocasının omuzuna yaslamıştı. Adeta ölümüne bir aşkın fotoğrafıydı bu. Zweig’ın kısa intihar mektubunda şunlar yazılıydı:
“Özgür iradem ve açık bir bilinçle bu yaşamdan ayrılırken, son bir sorumluluk yerine getirilmeyi bekliyor: bana ve işimi yapmama huzurlu bir ortam sunan harika ülke Brezilya’ya içten teşekkürlerimi sunmak. Her yeni günle bu ülkeyi daha çok sevmeyi öğrendim, ruhsal anavatanım Avrupa kendi kendini yok ettikten ve ana dilimin dünyası yok olduktan sonra, dünyanın hiçbir yerinde hayatımı bu kadar severek yeniden kuramazdım. Ama altmışıncı yaştan sonra tam anlamıyla yeniden başlamak çok özel bir güç gerektiriyor. Ve benim gücüm yıllar süren vatansız yolculuklardan sonra iyice tükendi. Bu nedenle hayatımı doğru zamanda ve doğru bir şekilde sonlandırmamın iyi olacağına inanıyorum. Ki hayatım boyunca tinsel uğraşım en büyük haz kaynağım ve kişisel özgürlüğüm en yüce değerim oldu. Bütün dostlarımı selamlarım! Hepsine uzun geceden sonra gelen tanın kızıllığını görmek nasip olsun! Ben, her zamanki sabırsızlığımla önden gidiyorum.” Stephen Zweig, Petropolis 22 Şubat 1942.
Kendisini hep bir Avrupalı olarak gören, Avrupa kavramını gerek hayatının gerekse eserlerinin merkezine oturtan, unutulmaz biyografilerin, romanların, öykülerin yazarı Stefan Zweig, insanlığı merkezine alan hümanizmi benimsemişti. Ancak maalesef hayatının en verimli çağlarını her iki dünya savaşının ortasında, yersiz yurtsuz, sürekli oradan oraya göç ederek, bir sürgün olarak yaşamak zorunda kaldı. Gerek Yahudi kimliği gerekse düşünceleri nedeniyle Nazi rejiminin hedeflerinden olan Zweig’ ın Merhamet romanındaki kahramanı Teğmen Hoffmiller’a söylettiği meşhur sözü de edebiyat tarihine geçmiştir: “Vicdan hatırladıkça hiç bir suç unutulmaz.”
Yazarın en önemli yapıtlarından biri olan, 1922 yılında kaleme aldığı ve novella diyebileceğimiz, aradan geçen bunca yıla rağmen hiç eskimeyen tanınmış uzun öyküsü Amok Koşucusu (Der Amokläufer), Haziran 2017’de Timaş Yayınları tarafından Ebrar Karadeniz’in Almanca aslından çevirisiyle yeniden yayımlandı.
Bir geminin güvertesinde gece vakti tanışan iki adamın sohbetiyle ilerleyen Amok Koşucusu ilk başlarda ağır, durağan ve sakin ilerler. Pırıl pırıl bir gece, alışılmadık berraklıkta yıldızlar altında anlatıcı ve doktorun sohbetiyle ilerleyen öykü, Zweig’ın insan ruhunu katman katman soyarak iyice derinlere inmesiyle giderek derinleşir, gizemli bir kadın kahramanın olay örgüsüne dâhil olmasıyla hareketlenir ve sürükleyici bir öykü halini alır. Hint adalarında görev yapan bir doktorun durağan hayatı, bir gün kendisini ziyarete gelen soylu, zengin ve gizemli bir kadının yasa dışı bir yardım talebinde bulunmasıyla alt üst olmuştur. Gururu, mesleki sorumlulukları ve vicdanı arasında sıkışıp kalan doktor için bu gizemli beyaz, mağrur Avrupalı kadın adeta sonun başlangıcı olmuştur. Nereye gittiğini, ne yaptığını bilmeden, önüne çıkan her şeyi yok ederek, bir Amok koşucusu gibi, kendi sonunu da getirecek bir koşuya başlamıştır doktor.
Malaycada “savaş alanında kızgın bir şekilde savaşmak” anlamına gelen “mengamok” sözünden türetilmiş olan Amok, Batı literatürüne 1770’lerde dünya seyahatine çıkan Kaptan Cook’un günlükleriyle girmiştir. Cook, Amok saldırganını “görünür bir sebep olmaksızın ve mağdur seçmeksizin öldürme amaçlı olarak öfkeli bir şekilde şiddet uygulayan kişi” olarak tarif etmiştir. Malay mitolojisine göre ölümüne amok koşusuna “hantu belian”, yani kişinin bedenine giren şeytani bir kaplan ruhu sebep olmaktadır. Bu ruhani inanış sebebiyle de amok koşucuları kabilelerine çok zarar verseler de Malay kültüründe tolerans görmüşlerdir.
Stefan Zweig bu ünlü öyküsünde “amok koşusu” adı verilen bu ani çılgınlık ve cinnet tablosunu oldukça başarılı ve capcanlı aktarıyor okurlarına. Zaten onun psikoloji, psikiyatri ve Freud’un kavramlarına duyduğu ilgiyi eserlerindeki derin karakter analizlerinde ve öykü karakterlerinde görebiliyoruz.
“…Ağzından köpükler saçarak koşuyor, bir deli gibi uluyor… ama hiç durmadan koşuyor, koşuyor, sağa bakmıyor, sola sapmıyor, yalnızca kulakları tırmalayan çığlıklar atarak kanlı hançeriyle birlikte dosdoğru koşuyor… Köylerdeki insanlar, hiçbir gücün bir Amok koşucusunu durduramayacağını biliyor… bu yüzden o gelince bağırarak haber veriyorlar: ‘Amok! Amok! Ve her şey sağa sola kaçışıyor… ama o duymadan koşuyor, görmeden koşuyor, karşısına çıkan her şeyi yere seriyor… ta ki kuduz bir köpek gibi vurularak öldürülene ya da ağzında köpüklerle yere yığılana dek…”
Psikiyatri’de Amok terimi ilk kez 1849 yılında kullanıldı. Günümüzde Uluslararası Hastalık Sınıflandırması (ICD-10) ve Psikiyatrik Hastalıkların Sınıflandırılması (DSM IV)’nda kültüre özgü psikotik tablolar, erişkin anti-sosyal, sınırda kişilik ve davranış bozuklukları, delüzyonel (sanrısal) bozukluklar başlıkları altında sınıflandırılan Amok, bir akut psikoz durumu olarak kabul edilmektedir. Amok, hemen her zaman erkeklerde görülen, aniden gelişen, kontrol edilemeyen saldırganlık davranışı ile karakterize bir akut çılgınlık, cinnet durumudur. Genelde ağır depresyon ya da zorlayıcı bir stres sonrasında, kişi tarafından algılanan bir küçümseme ya da hakaret sonrasında, öfke, umutsuzluk ve intikam hisleriyle başlama eğilimindedir. Alkol ve madde bağımlılığı (Hint keneviri-Cannabis Sativa/ Indica) kullanımı tetikleyici unsur olabilmektedir. Kişide kötülüğe uğradığına ya da uğrayacağına dair sanrılar vardır. Kalabalığa dalarak önüne gelene saldırır, vurur ya da kesmeye kalkar, bu durum durdurulana ya da ölene kadar devam eder. Eğer kişi bu atağın sonunda yaşarsa, genelde atak sırasında olan bitenleri hiç hatırlamaz, o döneme amneziktir.
“…Tren garına gittim ve şehre giden ilk trene atladım. Bu kadın odama girdikten tam bir saat sonra bütün hayatımı bir kenara fırlattım ve bir Amok gibi boşluğa doğru koşmaya başladım… Başımı öne eğmiş bir duvara doğru dümdüz koşuyordum… fakat zaten Amok koşucusu boş bakışlarla koşardı; nereye koştuğunu görmezdi…”
Günümüzde Amok, hepimizin gazetelerin 3. sayfa haberlerinden çokça aşina olduğumuz bir cinnet geçirme ve rastgele cinayet işleyip sonra da hiçbir şey hatırlamama hali. Tam bu satırları kaleme aldığım sırada ülkemizden pek eksik olmayan üçüncü sayfa cinnet haberlerine bir yenisi daha eklenmişti. Sadece ülkemizde mi? Dünyanın birçok bölgesinde mağdur seçmeksizin, rastgele açılan ateşler sonucu kitlesel ölümlere sebebiyet veren saldırılarda son yıllarda maalesef büyük bir artış görülüyor. Dünyanın en çok kurban verilen Amok olayı Güney Kore’de sarhoş bir polisin sekiz saat içinde 69 kişiyi öldürmesi ve sonunda da kendisini bir el bombasıyla havaya uçurması olayıydı. Haliyle Amok benzeri saldırılara müdahale oldukça önem kazandı ve polisin bu tür olaylara müdahale stratejilerini değiştiren dönüm noktası ise 1999 yılındaki dehşet verici Columbine Lisesi Katliamı oldu. 20 Nisan 1999 yılında iki genç, Eric Harris ve Dylan Klebold, on üç kişiyi öldürmüş, yirmi kişiyi yaralamış ve sonra kendilerini öldürmüşlerdi. Daha sonra da buna benzer olaylarla Batı’da sıkça karşılaşıldı. Geçtiğimiz Mart ayında Düsseldorf tren garında meydana gelen baltalı saldırıda üç kişi hayatını kaybetmiş, yedi kişi yaralanmış, otuz altı yaşındaki psikolojik rahatsızlığı olan erkek saldırgan yaralı olarak yakalanmıştı. Alman basını olayı bir terör saldırısı değil, bir “amok saldırısı” olarak nitelemişti. Yakın zamanlarda dünyayı şaşkına çeviren ve oldukça üzen bir başka eylem ise; kısa bir süre önce sevgilisinden ayrılan ve depresyon nedeniyle tedavi gören 27 yaşındaki Alman pilot Andreas Lubitz’in Lufthansa-Germanwings Havayolları’na ait Airbus A320 yolcu uçağını Fransa Alpleri’ne çakarak kendisiyle beraber 149 kişinin daha ölümüne neden oluşuydu. Uzmanlar tarafından bu olay bir intihar değil “amok krizi” olarak nitelendirildi.
Amok, belirli bir hedef seçen terörist eylemlerden farklı olarak, bireysel olarak sebepsiz ve aniden gerçekleştirilen bir eylem. Genelde psiko-sosyal bir travma sonrasında kişiler amok türü saldırılara meylediyorlar ve hedef aldıkları yerde olabildiğince çok masum insanı öldürme amacı güdüyorlar. Amok saldırganı bu rastgele öldürme eylemini bitkin düşene kadar sürdürüyor. Sonunda ya teslim oluyor, ya birisi tarafından durduruluyor, ancak çoğunlukla olay sonrasında intihar ediyor. Hayatta kalırlarsa, genelde olay sonrasında derin bir amnezi yaşıyorlar, yani hiçbir şey hatırlamıyorlar.
“Sonra yine şakaklarımdaki tik taklar başladı; etrafımdaki her şey dalgalanıyor, dans ediyordu, sonra tam kadının yatağının karşısında yere yığıldım… tıpkı… tıpkı Amok koşucusunun, koşusunun sonunda tüm gücü tükenmiş bir halde bilinçsizce yere yığılması gibi.”
Stefan Zweig, pek çok yazarda olduğu gibi, kendi yaşamında onu etkileyen olayları, kişileri, durumları eserlerine konu edinmiştir. Satranç ve Amok Koşucusu onu anavatanından ayırıp Brezilya’ya götüren gemi yolculuğundan esintiler taşıyan eserleridir ve gemi güvertesinde geçer. Zweig’ın pek çok eserinde depresyon ve intihar önemli bir yer tutar, karakterlerinin çoğu görkemli bir intihar sahnesiyle ölür.
Stefan Zweig’ın en önemli eserleri arasında yer alan Amok Koşucusu; psikolojik analizleri, gerilimli karakterleri, gizemli atmosferi, şaşırtıcı ve çarpıcı sonuyla edebiyat klasikleri arasında yerini almış, mutlaka okunması gereken bir eser.
Sibel Gögen – edebiyathaber.net (19 Temmuz 2017)