Söyleşi: Ada Demir
Türkçeleştiren: Aslı Revna Yeni
Rüzgâr Kapanı, Günışığı Kitaplığı tarafından Türkiye’de yayımlanan ikinci romanınız. Romanın ana kahramanı Max, sonradan işitme kaybı yaşayan bir çocuk. Bu “engeli” nedeniyle arkadaşlarından da “ayrı” kalıyor. Onun bu engelle yaşama ve mücadele biçimini bir de sizden dinlemek isterim.
Bence insanların bir engelle nasıl başa çıktıkları –ister bununla doğmuş, ister hayatlarının ilerleyen dönemlerinde bir engel edinmiş olsunlar– çevrelerindeki insanların ve kurumların sağladığı destekten büyük ölçüde etkilenir. Engelli bireylerden sıkça duyduğum bir şey var: Sorun her zaman engelin kendisi değil, dünyanın engelsiz bireyler tarafından engelsiz bireyler için tasarlanmış olması. Bu durum, fiziksel engeli olan kişilerin, engelliliği eşitsiz bir erişimle deneyimlemesine yol açıyor. Örneğin, bacakları felçli biri için asıl sorun, arkadaşlarıyla bir restoranda öğle yemeğine gidememesi değil; oraya ulaşamaması olabilir. Çünkü tren istasyonunda perona erişebileceği bir asansör yoktur ya da restoranın girişinde tekerlekli sandalyesiyle çıkamayacağı basamaklar vardır. Aynı şekilde, sağır bir genç, arkadaşlarıyla sinemaya gidip bir film izleyemez, çünkü altyazı seçeneği sunulmamaktadır. Onu dışlanmış durumda bırakan, sağır olması değil; engelli bireyler için yeterli düzenlemenin yapılmamasıdır.
Bu hikâyede, Max dünyayı ergenlik döneminde sağır olmuş biri olarak deneyimliyor ve bu, doğuştan sağır olan Erin’in dünyayı algılama biçiminden oldukça farklı. Erin’in anne ve babası, o daha bebekken işaret dilini öğrenmişler, böylece Erin büyürken etrafındaki yetişkinlerle rahatça iletişim kurabilmiş. Küçüklüğünden itibaren, dudak okuma, yazılı iletişim ve sağır bireyler için özel telefon hizmetlerini kullanma gibi farklı stratejiler geliştirmiş. Aynı zamanda, farklı engellere sahip çocuklarla birlikte eğitim aldığı için sağır olmak onun kimliğinin doğal bir parçası haline gelmiş ve bunu bir sorun olarak görmüyor. İnsanlarla iletişim kurmakta zorlandığında, bunu kendi eksikliği değil, karşı tarafın adapte olamaması olarak değerlendiriyor.
Max ise tam tersi bir geçmişe sahip. Engeli olmayan biri olarak büyümüş ve üstelik arkadaş grubuyla birlikte geçmişte engelli çocuklara zorbalık yapmış. Bu yüzden, ergenlik çağında işitme yetisini kaybetmesi onun için büyük bir şok oluyor. Engelli çocuklara karşı, engelsiz arkadaş grubunun bakış açısıyla her zaman “onlar ve biz” şeklinde bir tutuma sahip olduğu için, şu anda arada kalmış gibi hissediyor –iletişim güçlüklerinden duyduğu utanç, engelsiz arkadaş grubunun faaliyetlerine katılmakta zorlandığı anlamına geliyor. Ancak kendisini eskiden zorbalık yaptığı engelli çocuk grubuna da ait görmüyor, bu yüzden arafta kalmış durumda. Henüz işaret dilinde akıcı değil, bu yüzden Erin ve sınıf öğretmeniyle rahatça iletişim kuramıyor. İşaret dili ona tamamen yabancı bir dil gibi geliyor ve bu da kendini, yeni engelli dünyasında “yabancı” hissetmesine neden oluyor. Bu yabancılaşma hissi, ailesinin işitme kaybına henüz adapte olamamasıyla daha da derinleşiyor. Annesi işaret dilini öğrenmeye çalışıyor, onunla yazılı iletişim kurmak için elinden geleni yapıyor, ancak Max yine de annesiyle konuşarak kurduğu yakın bağın kaybını hissediyor. Babasıyla olan ilişkisiyse daha kötü durumda, çünkü babası işaret dilini öğrenememiş ve yazılı iletişim kurmakta zorlanıyor. Bu yüzden, Max kendini babasından tamamen kopmuş hissediyor. Erin, ona işaret dilini öğreterek ve yeni kimliğini kabul etmesi için destek olarak bu zorlukların bazılarını aşmasına yardımcı oluyor. Ancak aralarındaki farklar, sık sık ilişkilerine yansıyor. Erin sağır olmayı kimliğinin doğal ve sorunsuz bir parçası olarak görürken, Max bunu aşmak istediği bir engel olarak görüyor.
Romanda ebeveynlerinin Max’a karşı davranışlarını da öne çıkarıyorsunuz. Özel bir ihtiyaca sahip bir çocuk varken, yeni bir bebeğin dünyaya gelmesi hem Max hem de ailesi için tüm dengeleri bozuyor. Hem bir yazar hem de bir özel eğitim öğretmeni olarak, bu tarz durumlarda öncelik ne olmalı, nasıl yaklaşılmalı?
Böyle bir durumda hangi çocuğun öncelikli olması gerektiğini söylemek pek mümkün değil, çünkü hem bir bebek hem de özel gereksinimleri olan bir çocuk, büyük ölçüde ilgi ve destek gerektirir. Ancak bu ailenin yaşadığı zorluklar, birkaç faktör nedeniyle daha da büyüyor. Bunlardan en önemlisi, Max’in babasının uzun süre denizde olması. Babası sık sık evden uzakta olduğu için ne bebek konusunda ne de Max konusunda yardımcı olabiliyor. Öte yandan, gündelik hayatta daha küçük ama etkili sorunlar da var –örneğin, Max’in annesi sık sık bebeği kucağında taşıyor ve bu da ellerini işaret diliyle konuşmak veya yazarak iletişim kurmak için kullanamaması anlamına geliyor. Anne ve babasıyla yeterince etkileşim kuramaması, Max’in kendini yalnız ve ailesine yabancılaşmış hissetmesine neden oluyor. Bu yabancılaşmanın en büyük sebeplerinden biriyse, Max’in yeni bebeğe karşı geliştirdiği bakış açısı. Sally’yi “kusursuz” bir çocuk olarak görüyor ve anne babasının, “işitme kaybı yaşadığı ve bozulduğu” için kendisini değiştirmek zorunda kaldığını düşünüyor. Bu öfke ve kırgınlık, bebekle hiç vakit geçirmemesine ve kendini onun abisi olarak bile görmemesine yol açıyor. Böylece ailesinden daha da uzaklaşıyor. İşte tam da burada, anne ve babanın devreye girip ona yardım etmesi gerekirdi. Eğer Max’e, kız kardeşine nasıl bakacağını öğretmek ve onunla vakit geçirmeyi sevdirmek için çaba gösterselerdi, ailesiyle daha fazla zaman geçirebilir ve anne babasının Sally’ye ayırdıkları zamanı kendisinden çalınmış gibi görmezdi. Bu değişim, kitabın sonuna doğru yavaş yavaş gerçekleşiyor, ancak hikâyenin başında, Sally’yi bir rakip olarak görmemiş olsaydı, Max bu kadar mutsuz olmazdı.
“Zorbalık” toplumun her kesiminden, herkesin maruz kaldığı bir durum maalesef. Romanda bir zorbanın dönüşümüne şahit oluyoruz… Max de en az diğer arkadaşları kadar zorbayken içinde bulunduğu durum “sayesinde” empati yapmaya ve bu zorbalığını kırmaya başlıyor. Bu noktada aklıma şu soru geliyor: Max, gerçekten iyi olan ama kötü çevreye sahip bir çocuk mu, yoksa kötü koşullar altında kaldığı için iyi olmak zorunda hisseden bir çocuk mu?
Bu gerçekten çok ilginç bir soru! Ancak, birinin doğası gereği mi “iyi” olduğu, yoksa koşullar nedeniyle mi iyi davrandığı gerçekten önemli mi? Önemli olan düşünceler değil, eylemler değil mi? Sonuçta, kimseyi düşüncelerine göre cezalandırmayız, sadece yaptıklarına göre değerlendiririz. Eğer biri doğru koşullarda “iyi” olabiliyorsa, yanlış koşullarda “kötü” olabileceği anlamına da gelmez mi? Örneğin, Max geçmişte, okulundaki özel gereksinimli çocuklara kötü davranmıştı. Büyük ihtimalle bunun sebebi, akranlarını etkileme ve kendini önemli gösterme arzusu gibi çevresel baskılardır. Belki de bu, Max’in doğasında kötülüğe yatkınlık ve başkalarının zararına da olsa sosyal kazanç sağlama arzusu olduğunu gösteriyordur. Ancak, Max’in koşulları değiştiğinde kendisinin de değişebildiği gerçeği, başkalarının yerine kendini koymakta zorlansa da, yaşadıklarını tam anlamıyla anladığında daha iyi bir insan olabildiğini gösteriyor. Birinin, başkalarının neler yaşadığını ancak benzer bir deneyimden geçtiğinde anlayabilmesi, aslında çok yaygın bir durum. Tam da bu yüzden, kurgu okumanın çok önemli olduğunu düşünüyorum. Bir kitap okuduğumuzda, dünyayı sadece başkasının gözünden görmekle kalmayız, onların düşüncelerine de ortak oluruz. Empati becerilerimizi geliştirmenin en iyi yollarından biri budur. Bu yüzden, çocukların “keyif için” kitap okuma oranlarının her yıl azaldığını gösteren haberler beni endişelendiriyor. Eğer çocuklar kitap okumayı bırakır ve kendilerini başkalarının yerine koymazlarsa, yakında sadece kendi bakış açılarını görebilen, empati yeteneği zayıf bir yetişkin nesliyle karşı karşıya kalacağız.
Romanda, telefonlar ve kurulan santraller yüzünden tüm kasabanın kontrolünü kaybettiğini, yorgun, mutsuz ve sinirli olduklarını görüyoruz. Aslında kasabalılar, şu an neredeyse tüm dünyanın içinde bulunduğu duruma geç kalmış bir halk… Her gün, hiç durmadan değişen ve gelişen teknoloji, insanların ruh halini nasıl yönetiyor sizce? Eskiden bir “etki”den söz edebilirdik ama bugün “yönetiyor” gibi… Ne dersiniz?
Kesinlikle, dijital teknolojinin insanların ruh hallerini, dikkat sürelerini ve zihinsel sağlıklarını olumsuz etkilediğini düşünüyorum. Sosyal medya, insanları bağımlı hale getirmek için “bilinçli olarak” kumar gibi tasarlandı –bir gönderiye yorum veya beğeni aldıklarında hissettikleri dopamin patlamasını yeniden yaşamak istemelerini sağlıyor. Üstelik herkes, çevrimiçi ortamda kendisinin idealize edilmiş bir versiyonunu yaratıyor; yalnızca hayatlarının en iyi anlarını paylaşıyor, filtrelerle ağır şekilde düzenlenmiş fotoğraflar kullanıyor. Bu da bizi sonsuz bir yarışa sürüklüyor; daha güzel, daha mutlu, daha başarılı görünmeye çalışıyoruz –gerçekçi olmasa bile. Sanırım bu yüzden insanlar sık sık mutsuz hissediyor. Sürekli, kendilerinden daha güzel, daha mutlu ve daha başarılı görünen insanlarla yarış halindeymiş gibi düşünüyorlar. Ayrıca, kullandıkları teknoloji üzerinde kontrol sahibi olmadıklarını da hissediyorlar. Bu yüzden teknoloji kullanımımı sınırlandırmaya ve net kurallar koymaya çalışıyorum. Instagram ve X hesaplarım var, ancak hiçbir kişisel paylaşım yapmıyorum ve yalnızca haftada birkaç kez kitaplarla ilgili güncellemeler paylaşıyorum. Telefonumda sosyal medya uygulamaları bulundurmuyorum, yalnızca bilgisayarımdan sosyal medyaya erişiyorum. Arkadaşlarım bazen beni telefona WhatsApp yüklemeye ikna etmeye çalışıyor, ancak ben yalnızca e-posta ve kısa mesaj kullanıyorum, grup mesajlaşma hizmetlerinden uzak duruyorum. Hayatın, bitmek bilmeyen bildirimler ve sosyal medya uygulamalarının sunduğu sonsuz kaydırma seçenekleri etrafında döndüğü bir dünyaya çekilmek çok kolay. Bu cazibelere direnmek, telefonunuzun ve diğer cihazların sizi kontrol etmesine izin vermek yerine, kendi ruh halinizi kontrol altında tutmanın tek yoludur.
Max’in babasıyla iletişiminde -istemeden de olsa- büyük bir kopuş var ama bunun nedenini romanın son sayfalarında anlıyoruz. Bu durum Max’in babasına olan bakışını da tamamen değiştiriyor. Max’in babasıyla kurduğu empati onu hangi noktalarda dönüştürüyor?
Max, babasının onunla iletişim kurmakta zorlanmasının sebebini öğrendiğinde, bu onun için büyük bir rahatlama oluyor. Bu noktaya kadar Max, babasının artık onu sevmediği için onunla doğru dürüst konuşmaya çalışmadığını düşünmüştü. Babasını işaret dili öğrenmeye ve yazılı iletişim kurmaya ikna etmek için elinden geleni yapmış, ancak babası bunu reddettiği için en kötü ihtimali aklına getirmişti. Max ayrıca, babasının, onu kazadan sonra eskisi gibi görmediğine, işitme kaybı yaşadığı için babasının gözünde artık “eksik” biri haline geldiğine ve babasının engelli bir oğul istemediğine inanmıştı. Babasının da özel bir ihtiyacı olduğunu ve bunu açıklamaktan utandığı için Max ile iletişim kurmaktan kaçındığını öğrenmek, Max’in sorunun kendisi olmadığını anlamasını sağlıyor ve onunla ilk kez empati kurmasını sağlıyor. Sonunda birbirlerine karşı dürüst olmaları, aralarındaki bağı güçlendiriyor. Bu kitapta “empati” büyük bir tema, ancak esas nokta dürüstlük. Başkalarına güvenmeden, onlara karşı açık ve dürüst olmadan gerçek bir empati kurulamaz. Max ve çevresindeki insanlar birbirlerine güvenmeye ve savunmalarını indirmeye başladıklarında, ancak o zaman tam anlamıyla birbirlerini anlayabiliyorlar. Bu, hepimiz için önemli bir hayat dersi!