Tudem Yayınları’nın 35.yıl kutlamasına katılmıştım geçen yıl Nisan ayında. Tarihi Havagazı Fabrikası’nın güzel bahçesinde şık bir programla kutlamışlardı yıldönümlerini. Yayınevlerinin resepsiyonlarına katılmak gibi bir alışkanlığım yoktur aslında fakat yıllar yılı bu gecelerini İstanbul’da yapmalarından dolayı defalarca İzmir’de yapılması gerektiğini dile getirmiştim. Evet, İzmir’de olmalıydı çünkü yayınevi İzmirliydi. Yayın dünyasının kalbi İstanbul’da atsa da Tudem’in kalbi İzmir’di. Bundan dolayı her zaman bunu savundum, dile getirdim. Hal böyleyken, üzerine bir de davet gelince katılmamak olmazdı.
Yayınevinin birlikte çalıştığı yazarlar, çizerler, diğer yayınevlerinin temsilcileri ve yayın dünyasından birçok isim bahçede güzel bir Nisan akşamının tadını çıkarıyordu. Sıra Tudem edebiyat ödüllerinin verilmesine gelince sahneye daha bir dikkatli baktım. Nedeni ise ödül alan isimlerin dosyalarını Tudem etiketiyle kitap olarak görecek olmamızdı. Ve işte o gün geldi. Elimde o gece üçüncülük ödülünü alan kitap var. Dursun Ege Göçmen imzalı “Vur Patlasın Çal Oynasın Orkestrası.” Ne denli şenlikli bir isim değil mi? Böylesi durağan, gri hatta ötesinde karanlık bir dönemden geçerken… Yazarın adını ben ilk kez duyuyordum fakat kendisi 2011 yılında da yine Tudem edebiyat ödüllerinde üçüncülüğü kazanmış “Bilmecenin İzinde Maceranın Peşinde” adlı kitabıyla.
Kitapta ele alınan temel mesele “akran zorbalığı.” Son dönemde bu konuyu ele alan kitaplar da çoğalıyor. Nedir bu akran zorbalığı, yeni türedi diye düşünürken kendimi çocukluğumda buldum bir anda. Hemen hepimizin yaşadığı olaylar aslında. Sınıfta gerek fiziksel gerekse de psikolojik üstünlüğü elinde bulunduranın diğerleriyle alay etmesi, dalga geçmesi, aşağılaması vb. Hangimiz yaşamadık ki bunları. Yeni dönemde bunun adı akran zorbalığı oldu. Daha bilimsel bir hal aldı, belki üzerine biraz daha kafa yorulmaya başlandı. Tabi bunda okullardaki psikolojik danışma ve rehberlik servisinin etkin hale gelmesinin de etkisi var. Geçersek kitaba; akranları tarafından alay edilen Şahap, başkahramanımız. Taşıdığı isimden dolayı en başından kendini dezavantajlı hisseden bir çocuk Şahap. Hayatının değişim noktası ise İpek’le olan arkadaşlığı. Adeta hayata bakışını değiştiriyor.
Şahap dezavantajlı ise karşısında avantajlılar var demektir. Kim bunlar peki? Okul müdürünün oğlu ve okul aile birliği başkanının kızı. Ve onların tayfası/yancıları. Böylesi nüfuzlu çocukların karşısında Şahap’ın işi o kadar da kolay değil tabi. Ve İpek’in de…
Okulda bir yarışma için orkestra kurulmasına karar veriliyor. Bunun için de seçme yapılmasına. Burası aşina olduğumuz bir bölüm. Sonuç belli fakat hakkaniyetli davranıyoruz hesabı bir seçme. Dostlar alışverişte görsün dercesine. İpek ve Şahap’a bir sille hayat dediğimiz ve içinde bulunduğumuz mefhumdan. Peki, ne yapacaklardı bundan sonrasında? Yine bir köşeye çekilip ah edip vah edip ağlayacaklar mıydı yoksa hayallerinin peşinden inatla gidecekler miydi? İşte, bu bölümde kitap, bir umut, bir direniş hikâyesine dönüşüyor. Hayata karşı bir direniş. Çünkü güvenlik görevlisi Aytaç Ağabey (ki kendisi felsefe öğretmenliğinden mezun olan bir atanamayan) ‘yenilen değil vazgeçen kaybeder’ demişti onlara.
Sonrası daha değişik bir hâl alıyor. İlk bölümdeki o zorbalık kısmı biraz can sıkıntısı ile ilerlese de sonu şenlikli bir kitaba dönüşüyor. Hem de ne şenlik. Bütün o sesleri okumadım da dinledim sanki. Hoş bir seda olarak kulağıma doldu.
Dursun Ege Göçmen’in neler yazdığının merakı içindeydim geçen yıl nisan ayındaki o geceden bu yana. Sade bir anlatımla, çocukların kendileriyle özdeşleştirebilecekleri bir kurguyla aktarmış söylemek istediklerini. İşte bazen, her türlü sıkıntıya, kedere, derde rağmen bunu da yaşamak gerek. O halde Vur Patlasın, Çal Oynasın!
Mehmet Özçataloğlu – edebiyathaber.net (18 Mayıs 2020)