Polisiyeye ne zaman bu kadar gömüldüm, beni ne zaman dipsiz girdabına çekti, inanın bilmiyorum. Yavaş yavaş, ne olduğunu anlamadan kendimi bu dünyada soluk alırken buldum. Okumalarım, izlemelerim, yayınevi seçimlerim ben ne olduğunu anlamadan polisiye eksenine kaydı. Bir yıl kadar önce, enfes bir polisiye seriyi (Martin Beck elbette) okurken çevirmenini kıskanmış, böyle güzel bir serinin neden bana denk gelmediğini sormuştum kendime. Sonra biri sesimi duymuş gibi, çok güzel bir polisiye serisi geldi elime. Eh, artık mesleki açıdan da bu eksendeyim. Ve her gün daha çok seviyorum polisiyeyi.
Okumalarımda on yıllardır beni çeken şey esas olarak kötülüktü, suç değil. Kötülüğün doğası, kaçınılmazlığı, mide bulandıran ama insanı yine de uçurum kenarında dolaştıran o ihtişamı hep büyülemiştir beni; suç buna kıyasla yavan, sıradan gelirdi. Son zamanlarda, esas mesaim polisiyeler haline geldiğinden beri o yavan, sıradan, pespaye suçun altındakiler ilgimi çeker oldu. (Belki de insan belli bir yaştan sonra sıradanlıkla – kendisiyle – barışıyor, barışmak zorunda. Ama duruma böyle yaklaşmak hiç işime gelmiyor. Geçelim.) Bir o kadar da suçla mücadele edenler; kötülüğün bu en ayağa düşmüş, en beceriksiz haliyle boğuşanların, her gün buna tanık olanların ruh durumu, karakter yapısı cezp eder oldu beni. Kötülüğün sıradanlığı, yüce kötülük düşüncesinden daha yakın gelmeye başladı; kötülük her ne kadar derin bir araştırma alanı olsa da suç daha el altında, daha bildikti – evet, öyle.
Kaçınılmaz olarak, polisiyenin içine girdikçe alanın sadece suçtan ibaret olmadığını da gördüm. İyi polisiyeyi iyi kılan karakter inşası; ta Sherlock’tan bu yana böyle. Bizi suç vardiyasına çıkaran karakterin gerçekliği, özgünlüğü aslında kitabı okunur kılan; kitabı birçokları arasında farklı bir yere yerleştiren. Bir polisiyeyi özel kılan kitabın, karakterin sesi; bu çok aykırı bir ses de olabilir, her gün kulağımıza çarpan bakkalınkini andıran bir ses de. Önemli olan, beni etkileyen o sesin kendi gerçekliğini inşa edebilmesi. O sesin bana kanlı canlı bir insan verebilmesi; sözcüklerden inşa edilmiş, suçun sıradanlığı karşısında kendini var edebilen, öne çıkabilen bir ses, bir insan. Bir gerçek.
Kurt Wallander böyle biri. Sesi lacivert; melankolik. Kuzeyin kaçınılmaz hüznü değil onunki; yaşamı hayli tepetaklak olmuş biri. Değişen dünya üzerine çökmüş, aşk üzerine çökmüş, yalnızlık soluk aldırmıyor; kötülük onu yaralıyor… Kapana kısılmış. İlkeleri var ama işin aslı doğrunun ne olduğunu bilemiyor – hangimiz biliyoruz ki? Aklı hep bir tartışma halinde, kendini haklı gördüğü yerde yeriyor, haksız olduğu anda üste çıkmaya çalışıyor. Çaresizce, mutsuzluk ve umutsuzluk içinde yaşamaya çalışıyor. Anlayacağınız, bizden pek farkı yok.
Serinin ilk kitabı olan Karanlık Yüz’de Wallander yaşlı bir çiftin vahşice öldürülmesini araştırıyor; bu vaka onu mülteci sorununun ta içine çekiyor. Şimdi, bu topraklarda biz de bunu konuşmuyor muyuz? Nicedir mültecilere yönelik düşmanlık karşısında öfkeye kapılmıyor muyuz? (Sanırım kapılmıyoruz, mülteci düşmanlığı o kadar yaygın ki eminim bu yazıyı okumaya zaman ayıranların en az yarısı aslında doğrudan mültecilere bileniyordur.)
Konu mültecilere gelince ayrı bir not düşmek isterim:
Hepimiz bir gün mülteci olabiliriz; çocuk yaptıysanız evladınızın hayatın bir noktasında mecburen iklim mültecisi olacağını bilin. Mültecilere höt böt derken sizin yavrunuza ileride ne deneceğini de bir düşünün. Ha, bir de şunu düşünün: Çevremdeki herkes Türkiye’den nasıl kurtulabileceğini hesaplıyor. Kimi kurtulacak (!), kimi kurtulamayacak (!) Kurtulanlar mülteci olacak ama şimdi mültecilere lanet ediyorlar; şimdi gözlerinde her suç, her kıyamet mültecilerin imzasını taşıyor. Yarın başarabilirlerse kendileri mülteci olacaklar. Onları nice nice suçlar bekliyor…
Evet, mülteci konusu karışık, Wallander da bu konuda hayli gelgit yaşıyor. Bunlar hepimizin, faşizmden (az çok) sıyrılabilmiş her zihnin yaşadığı gelgitler; bana sorarsanız bu muhasebe, bu bocalama Wallander’ı daha gerçek kılıyor.
Karanlık Yüz’de Wallander – elbette her şeyden önce görev duygusuyla – kendi hayatını unutarak, belki de (affedersiniz biraz sefil) hayatını unutmak için bu suçu, bu çifte cinayeti çözmeye girişiyor. Çöken evliliğini, bağ kuramadığı kızını, yaşlılığın unutkan kollarına kendini bırakan babasını unutmak için. Belki endişe ve korkularla dolu şu dünyada tek çözebileceği şeyle biraz huzur bulabilmek için. Suçun kötülük karşısında üstünlüğü budur; suçu çözebilirsiniz.
Kötülük hep kalır.
Belki Wallander’ın melankolisini, hüznünü biraz da burada aramak gerekir…
Kaynak: Kurt Wallander/Karanlık Yüz, Henning Mankell, çeviren: Elâ Yıldırım, Ayrıksı Kitap, Mart 2021, İstanbul
Anıl Ceren Altunkanat – edebiyathaber.net (3 Eylül 2021)