İlk Alman demokrasisi olarak bilinen Weimar Cumhuriyeti Dönemi, kadınlara ilk kez oy hakkı tanınması, kadınların siyasi ve sosyal hayatta görünür olması gibi eşitlikçi uygulamalarıyla hatırlanır. Aynı zamanda özellikle ana akım tarihsel yaklaşımlar tarafından, başarısız bir demokrasi deneyimi olarak da değerlendirilir. Colin Storer, “günümüzde istikrarsızlıkla eş anlamlı hale gelse de pek çok açıdan Weimar Cumhuriyeti bugün hâlâ bizimle. Televizyon belgesellerinden sinemaya, polisiye romanlardan popüler müziğe ve hatta çizgi romanlara kadar her yerde Weimar Cumhuriyeti’nin mirası var”[1] diyor. Dönemleri anlamanın farklı yolları var bazen bir tarih kitabının kronolojik anlatısına sıkışmış bir metinden, bazen tanıklıklardan bazen de dönemin izini sürebileceğiniz edebiyat metinlerinden.
Irmgard Keun’un “Yalancı İpek Kız” adlı romanı, Weimar Dönemi’nin “altın yılları”na genç bir kadının varlık savaşı üzerinden bakmamızı sağlıyor. Keun, aşkı, hayatı, insani kaygıları ve hayatta “var kalma” çabasını da anlatısına taşıyor. Keun kitaplarını, Weimar Dönemi’nde “yeni kadın hareketi” olarak bilinen kadınların siyasi ve sosyal yaşamda daha fazla yer bulduğu bir kültürel ve sosyal ortamda yazmış, bununla birlikte eserleri, Naziler tarafından “nasyonel sosyalist Alman halkının ruhuna karşı”, “dejenere” ve “asfalt edebiyatı” olarak etiketlenerek sansüre uğramış.[2] “Yalancı İpek Kız” kitabını da bu tarihsel bağlamda değerlendirmek gerek. Bunların yanında metin, bugünden bakınca bile kadın olmaya, erkek olmaya ve bunun getirdiği kültürel kodlara direnmeye dair çok şey söylüyor. Verili cinsiyet rollerinin, genel ahlâk kriterlerinin, birey olmanın önüne koyduğu engellere, kitabın karakteri Doris’in maceraları ile bir kere daha tanıklık etme şansı yakalıyoruz.
Doris, taşra yaşamına dayanamayıp, kendi deyimiyle “yıldız” olmak için Berlin’e gidiyor. Doris’in Berlin günleri, neşenin ve kederin bir arada olduğu yaşamına şahitlik etmemizi sağlıyor. O, arzularının peşinden giden, cinselliği bir tabu görmekten çok bazen işlevsel bazen de haz odaklı kavrayan, genel ahlâki kodları, toplumsal cinsiyeti, kadın oluşun verili anlamlarını yıkan bir karakter olarak çıkıyor karşımıza. Kendi ideallerine ancak kendi bireyliğini var ederek ulaşacağını kavramış ama bunun için gerekli olanların da farkında olan bir kadın o. Toplumda sözü geçen bir insan olmanın anlamının, hangi marka ruj kullandığınla, giydiğin kürkün markasıyla, ipek elbiselerle ölçüldüğü bir dönemden okura sesleniyor. Doris, bir anti-karakter olarak da tanımlanabilir aslında. Keun, onu cesur bir kahraman olarak yaratmış, insanın kendisi olabilmesi için gittiği yolda farklı rollerle davranmak zorunda kalışını, yenilgileriyle, başarılarıyla, kaygılarıyla, kendi içinde ve dış yaşamda deneyimledikleriyle anlatmış. Tüm bunları yaparken de bir yandan kozmetik piyasasına, kadın oluşun nasıl sistem tarafından kurgulandığına, toplumun kadın olmaya ve ona yüklediği anlama eleştirel bir bakış getirmiş.
Keun’un kitabının bir özelliği de dönemin Berlin’inin kültürel, sosyal ve gündelik yaşamını, insanların dünyayı algılayışını, bugünlerin popüler tabiriyle, “zamanın ruhunu” kavramamızı sağlaması. Aslında Doris’in hikâyesini onun kaleminden okuyoruz ve o yaşadıklarını kendi deyimiyle “film” gibi anlatıyor defterinde. Berlin’de gördüğü her şeyi aktaran Doris, dönemin en ünlü mekânlarından, karanlık, gözden uzakta yerlerine, fahişelik yapan kadınların uğradığı şiddete, işsizlerle dolu sokaklara bir film izlermiş gibi tanıklık ettiriyor. Böylece yazar, sadece şaşalı olanı, parıltılı yaşamları değil kentin arka sokaklarını, gri taraflarını da gösteriyor okura.
Keun, taşralı bir kadının var olmak için kendi benliği ile ortaya koymak zorunda olduğu benlik arasındaki çelişkiyi de başarılı bir şekilde anlatıyor metninde. Doris, kendisi gibi olursa taşralı kimliği ile şehirde tutunamayacağının farkında bir karakter ve bunun için aslında farklı farklı Dorislerle karşılaşıyoruz metin boyunca. Doris’in tutunma çabası, onun kendi var olduğu biçimiyle kabul görmeyeceği endişesiyle birleşiyor ve o gündelik yaşam içerisinde, kendisi olmak dışında, çok rollü bir oyunun sahnesindeymiş gibi performans sergiliyor. Çünkü onun ulaşmak istediği yer, gerçekte kendisini bulmak gibi anlama geliyor. O, istediğine ulaşmak için farklı farklı rollere bürünse de bunun anlamı istemediği gibi davranmaktan çok, pragmatist bir taraf barındırıyor. Çünkü toplumun gözünde “düzgün” olması gerekiyor. Bunun anlamı ise dönemin popüler kozmetik ürünlerini kullanmak, önemli markalardan giyinmek, herkesin dinlediği şarkıları bilmek, birkaç dili konuşuyor olmak ve ahlâki kodlara uygun davranmak. Örneğin; evlenmeden önce kimseyle sevişmemek.
Doris kadınlar için geçerli olan ve erkekler için genelde geçerli olmayan tüm bu kriterlere alaycı bir üslupla yaklaşıyor. Genel olarak kitabın dilinde bu alaycı üslup dikkat çekiyor. Keun, karakterine hırsızlık yaptırıyor, bazen paraya ihtiyacı olduğunda gidip herhangi birisiyle sevişmesine müsaade ediyor. Böylece aslında hem üslubuyla hem de karakterini “düzgün” veya genel ahlâka uygun olmaktan çıkararak sözünü söylemiş oluyor. Çünkü hepsinin genel kadın oluşa yüklenen anlamla bir ilişkisi var. Doris ünlü markası olan, onu hayatta var kabul ettirecek bir kürk çalıyor ne kadar zor durumda kalırsa kalsın onu satmıyor. Bunun simgelediği bir şey var: görüntünün, markaların, dünyada varlığın göstergesi olabildiği, insanın hayatta bir oluş gerçekleştirebilmesi için kendisinden çok bir nesnenin onu temsil edebileceği ve kitap özelinde Weimar Döneminde genç bir kadının ideallerine ulaşmak için o kürkün kendi varlığından daha önemli hâle gelebileceği gibi.
Tüm bunların yanında Doris, özgür ruhlu bir karakteri temsil ediyor. Çalışmaya bakışı onun karşısına aylaklığı koyuşu ise modern çalışma ahlâkına eleştirel bir bakış sunuyor. Belli bir yerde günün büyük bir bölümünü çalışarak geçirmektense gerçekten haz aldığı şeylerin peşinden koşmak, sanırım karakterin en önemli özelliklerinden. Tüm bu çalışma meselesinin ahlâkla ilişkisi şöyle kuruluyor metinde; “Çalışan insanlar çalışmayanlara göre daha mı ahlâklıdır?” diye soruyor Doris ve sorgulamaları sonucunda cevabını kendisi veriyor; “Ben yokum bu oyunda, alın başınıza çalın. Buna kıyasla, bir fahişenin hayatı daha eğlencelidir, en azından kendi işini yapar.” Aslında burada onun bir özelliği daha ortaya çıkıyor, Doris birisinin efendisi olmasını istemiyor, bu eşitsiz ilişki biçimi, ister patron olsun, isterse bir ilişkide sevgiliyle olsun onu mutsuz ediyor. Onun “bir yıldız” olmak için katlandığı onca şeyin altında yatan böyle bir sebep var belki, sonucu ne olursa olsun kendisinden vaz geçmemek, tavizler verse de olmak istediğini gerçekleştirerek bir varlık ortaya koyabilmek.
Irmgard Keun’un “Yalancı İpek Kız” adlı kitabı kentin mekânlarını ayrıntılandırarak anlatan, genç bir kadının hayatta kabul görmek için nelere katlanması gerektiğini hatırlatan, Weimar döneminde Berlin’in gündelik yaşamını da işin içine sokarak, anlatıya şehrin belleğini de taşıyan bir kitap. Ayrıca, kitabın alt metnine yerleştirilen, kadınlık ve erkekliğe dair sorgulamalar, gelir adaletsizliğinden doğan eşitsizliğe eleştirel bakış, metni farklı bir noktaya taşıyor. Tüm bunların yanında Doris, iyi oluşturulmuş bir karakter ve kitabın diğer özellikleriyle birleşiyor. Genç bir kadının gözünden ilişkilere, hayata, bir kente bakmak aynı zamanda bir kadın için varolma koşulları, o günden bugüne nasıl değişti ya da değişti mi diye sormak için de uygun bir kitap olabilir: “Yalancı İpek Kız”.
Emek Erez- edebiyathaber.net (7 Mayıs 2018)
[1] Storer, C. (2015), “Weimar Cumhuriyeti’nin Kısa Tarihi”, (Çev. Sedef Özge), s. 15, İstanbul: İletişim.
[2] Ayrıntılı bilgi için bakınız, Age. 5-11