Aile insanın kaderidir; seçemezsiniz, değiştiremezsiniz reddedemezsiniz sadece bir yerden sonra anlatarak, konuşarak bazen sınırlara sığamayıp yıkarak, dağıtarak ve yeniden kurarak kendi hayatınızın yönetimini elinize alabilirsiniz. Kan bağı elbette her şey demek değildir amma ve lakin en temelde genetik kodlarınız onlarla bir bağınızın olduğunun kanıtıdır, elinizden hiçbir şey gelmez. Ellerinde büyürsünüz, kimliğinizi oluştururlar, adınızı onlar vermiştir, haberiniz olmadan bir ömürlük bitmeyecek bir sözleşme imzalamışsınızdır. Ne kadar uzağa giderseniz gidin bir sigortadır aile, en kötü zamanda koşa koşa geri dönersiniz. Dönülebilecek bir evin varlığını bilmek zor zamanlarda akıl kurtarır. Peki ya evlatlıksanız? Yetiştirmek mi önemlidir, kan bağı mı, nasıl yetiştirildiğine göre değişir mi durum, kaç soruyla aynı anda uğraşabilirsiniz, kaderinizin hesabını kimden sorabilirsiniz? Jeanette Winterson‘un Tek Meyve Portakal Değildir (Oranges Are Not The Only Fruit) kitabı tüm bu sorularla aile, din, toplum ve cinsiyet kavramlarını irdeliyor.
Jeanette Winterson’un 25 yaşındayken yazdığı ve kendisine 1985 yılında En İyi İlk Roman dalında Whitbread Ödülü’nü kazandıran Tek Meyve Portakal Değildir, bir nevi otobiyografi. 1959 yılında İngiltere’de doğan yazar 1960 yılında Pentekostal Kilise’sine (Evanjelik Hıristiyan) mensup bir aile tarafından misyoner olarak yetiştirilmek üzere evlat ediniliyor. Dindar bir annenin elinde İncil dışında bir kitap okumasına izin verilmeyen, okula kanunlarca gönderilmemesi suç sayılacak yaşa gelmeden gönderilmeyen, gidince de yetiştirilme tarzından ötürü bir türlü toplumsal hayata uyum sağlayamayan bir kız çocuğu olarak büyütülüyor. Çok küçük yaşlarda kilisede vaazlar vermeye, ilahiler okumaya başlıyor Jeanette, ona Tanrı’nın özel çocuğu gözüyle bakılıyor. Tanrı’nın, kilisenin ve annenin kurallarına göre büyütülen bütün sorularına kutsal kitaplarca cevap verilen Tanrı, kilise, cemaat ve annesi tarafından ahlaklı, güzel ve kutsal bulunan bir kız çocuğu olan Jeanette belli bir zamana kadar dünyanın kilisenin daha büyük versiyonu olduğuna inanıyor; kafası karışık, binalarca örülü, yükseklikle kutsallığın birbirine dolandığı, anlam veremediği ama uymak zorunda olduğu bir mekan.
Jeanette Winterson kendi sırrını ve kimliğini gizli saklı kitaplar okurken, hayaller kurarken keşfediyor. İçindeki yazma arzusunun ve yeteneğinin farkında varıyor. İnsanlara güvenmektense kelimelere güvenmeyi tercih ediyor. Gözle görülenle, gönülde bilinen arasında fark olduğunu, içerisinin dışarısına ait olmadığını ve hatta duyguları olduğunu fark ediyor. Bir kadından önce insan oluyor Winterson, o yüzden karşısında toplumu, kiliseyi, annesini ve Tanrı’yı buluyor.
16 yaşındayken cinsel yöneliminin farkına varıyor Jeanette, bir kadın olarak kadınlardan hoşlanıyor. En yakın arkadaşına aşık oluyor. Birlikte oluyorlar ve bu durum elbette annesinin, kilisenin ve cemaatin hiç hoşuna gitmiyor. Önce içine kötü ruhların ve cinlerin dolduğuna inanılıyor, defalarca törenlerle temizletilmeye çalışılıyor, eve kapatılıyor, evden kovuluyor derken kendine bir türlü yer bulamıyor. Kavramlar karışıyor. Sevdiği kadın vazgeçiyor, bir erkekle evleniyor ve Winterson kendi kendine kendisiyle ve herkesle başetmek zorunda kalıyor. Evden ayrılıyor, çeşitli işlerde çalışıp okula devam ediyor.
Winterson’un hikayesi elbette burada bitmiyor. Bir gidişin bir hikayeye dönüşebilmesi ve yazılması için elbette geri dönülmesi gerekiyor. Geri döndüğünde arkasında bıraktığı hayatların özellikle annesinin hayatının bir hayli değiştiğini görüyor. Hiçbir şey olmamış gibi, tercihlerini değiştirmeden kaldığı yerden yaşamaya devam ediyor. Zamanın hisleri körelttiğine, insanların unuttuğuna, sıkıldıklarına, başlarını alıp gittiklerine tanıklık ediyor. Toplumun ahlak diye bellediği şeylerin sadece dışarıda bir görüntü olduğuna ve içeride herkesin önce kendine sonra birbirine nasıl ihanet ettiğini anlıyor.
Bütün bu olup bitenleri anlatırken hayli akıcı bir dil dünyası yaratıyor Winterson. Kendi hikayesini ve büyümesini anlatırken etrafındaki insanların büyümelerini ve evrimlerini de aynı hızla anlatıyor. Romanın içerisindeki kalabalık biraz kafanızı karıştırsa dahi dindarlığın, bağnazlığın, toplumsal ahlakın yanı sıra toplumsal ve dinsel kurnazlığın nasıl olduğunu da anlatıyor. Kıtalar, dinler ve diller değişse dahi insanın içerisindeki ihanet ve hainlik duygusunun değişmediğine kanaat getirtiyor.
Kendi hikayesinin arasına kurmacalar ekliyor Winterson, romanın bir nevi otobiyografi olmasının nedeni ara sıra içerisine aniden giren fantastik hikayelerden ötürü. Onun büyümesine ve kavramları kavramasına eşlik eden masallardan, mitlerden, mitolojilerden ve kutsal sayılan kaynaklardan parçaları da kendine özgü yorumuyla sunuyor okuyucusuna. Winterson kendi hikayesini yazarken yaşadığı trajediyi, sonu bilinmeyen bir masala dönüştürüyor ve kendince mükemmel birey yetiştirmek isteyen bir annenin elinde kaybolmaktan son anda kurtulup kendini yaratıyor. Kadınlık, cinsellik, beden, tutku, aile, birey, toplum kavramlarını talan ediyor. Cennet bahçesinden kendi kendisini dışarı atıp, gerçek hayata dahil oluyor. Winterson’un neşesi, mizahı, deliliği ve “şeytani” zekası kitabına sirayet ediyor.
Jeanette Winterson’un 2014 yılında kitaba eklediği önsözle yazma ve okuma macerasını nasıl geliştirdiğini anlatıyor. Her satırının önemli olduğunu düşündüğüm insanın kendi hikayesine bakışını ve başkalarının hikayelerini okumayı değiştireceğine inandığım bir deneme sunuyor.
Adalet Çavdar – edebiyathaber.net (29 Mayıs 2015)