“Bütün edebiyat doğa ile cennet arasında salınır ve birini diğerinin yerine koymayı sever.”[1] Canetti’nin bu cümlesi, doğanın cenneti, cennetin doğayı çağrıştırdığını, birinin diğerinin yerine konabildiğini anımsatıyor. Cennet fikri insanın ulaşmayı arzuladığı başka dünya değil midir? Peki, cenneti görmek için illa o uzak yere mi arzu duymak gerekir. Belki dünyanın ayrıntılarında gizlidir bu yer ve bana kalırsa doğanın kendisidir. İnsana şu saatten sonra tek iyi gelebilecek şeyin ona kendi varlığını hatırlatacak olan doğa olduğunu düşünüyorum. Çünkü insan türü her ne kadar faydacı felsefi geleneklerin de etkisiyle doğayı bir tüketim nesnesine dönüştürse de, ona yönelik algısı ondan daha fazla nasıl yararlanabilirim mantığıyla işlese de, onun üzerinde kesin bir hegemonya kurduğu söylenemez fikrimce. Ve bu nedenle insan hâlâ şaşkındır doğa karşısında ve çaresizdir.
Şöyle düşünelim dünyada hayatı durdurabilecek onlarca olay yaşanırken, insan türü normalce devam eder çoğu zaman. Bir yerde insanlar ölür hayat devam eder, bir çocuğa olmadık işkenceler uygulanır hayat devam eder, hayvanlar zehirlenir insan eliyle hayat devam eder. Ama kar yağar, fırtına çıkar herhangi bir doğal afet yaşanır işte o zaman hayat durur, okullar tatil edilir, iş yerleri rutinin dışına çıkar. Bana kalırsa tüm bunlar doğanın bir şekilde insanın hâlâ kontrol edemediği bir yerde durmasıyla ilişkileniyor. Bu nedenle insan doğaya karşı mücadele etmek yerine onunla işbirliği halinde olmalı. Çünkü insan türünün eğer bir kurtuluşu olacaksa bu doğaya ait bir tür olduğunu kabul etmekle ve onun kendi yararına dönüştürebileceği bir nesne olmanın ötesinde anlam taşıdığını bilmekle gerçekleşecek.
Hermann Hesse’nin ağaçlarla ve doğayla kurduğu ilişkiyi yakından gözlemleyebileceğimiz, Zehra Aksu Yılmazer çevirisi ile Kolektif Kitap tarafından basılan, “Ağaçlar” adlı metni yukarıda bahsettiklerimi düşündürdü. Hesse’nin ağaçlara dair söyledikleri, bilgisi ve onları hissedişi onun doğacı yanıyla okuru bir kez daha karşılaştırırken, bize hem kendi varlığımızı hem de doğayla ilgili düşüncemizi gözden geçirme imkânı sağlıyor. Hesse bitkilere, çiçeklere, yapraklara, toprağa öyle incelikli bir bilgelikle yaklaşıyor ki okurken yemyeşil vadilere gidiyor, kendinizi bir pencerede ağaçları izlerken veya bahçedeki bir bitki ile dertleşirken bulabiliyorsunuz. Bu deneyimin insana iyi gelen bir yanı var. Çünkü beton binalarda yaşayıp, kusursuzluk iddiasıyla düzenlenmiş, patikaları biçimli, bitkileri şekilli parklara sıkışmış varlığımızı sorgulama imkânı veriyor. Hesse için ağaçlar bazen dost, bazen tanık, bazen insanın varlığını değerli kılan bir yan içeriyor. Yazar bu nedenle ağaçlar üzerinden her şeyi hâttâ savaşın acımasızlığını bile anlatabiliyor.
Hesse kitapta, ağaçlara dair samimi tasvirler sunuyor. Örneğin: bir parkta kendi türünün tek temsilcisi olarak varolan “Yaşlı Mor Kayın” hakkında şöyle söylüyor: “Ne kadar güzel olduğunu bildiği, boşuna diğer ağaçlardan uzakta, mağrur ve tek başına durmadığı her halinden belliydi. Böbürlenip kabarıyor, her şeye tepeden bakarak başını göğe uzatıyordu. Bahçede türünün tek örneği olduğunu, kardeşsiz kaldığını da çoğu zaman biliyordu sanki. O vakit uzaktaki ağaçlara bakıyor, eksiklik, özlem duyuyordu.” Bir ağacın yalnızlığı hüzün verebilir insana onun ait olduğu yerde olmadığını bilmek de. Her ağaç ormanını özler belki ama bunu kaç insan fark eder ya da düşünür. Bunu düşünebilmek için doğayı duymak gerekir fikrimce, onun dilinden anlamak, onu kendinden başka görmemek. İşte Hesse’nin ağaç karşısındaki kederi bundan, onun uzaktaki kardeşini özlüyor olabileceğini hissetmesi de çünkü o doğanın dilini biliyor, ağaçlarla bitkilerle belki insanlardan daha iyi anlaşıyor ki kitapta buna değindiğini görüyoruz.
Hesse’nin bu kitabını değerli kılan taraf da bu zaten onun doğayı görmesi, bakıp geçmemesi onun üzerine düşünürken, ondan kendi varlığına dair olanı devşirebilmesi, onu dinlemesi, herkesin yanından geçip gittiği bir ağaca anlam yüklemesi ve bunu okurla paylaşması… Bu ancak kendi varlığının doğayla ilişkisini keşfedebilmiş insanın becerebileceği bir şey ve bence Hesse böyle bir yazar.
Bize doğada devamlı bir mücadele olduğundan, güçlünün zayıfı alt ettiğinden ve böylece hayatta kalındığından söz edilir oysa doğada türler arasında dayanışma da vardır. Örneğin; Kropotkin, doğada türler arasında yalnızca mücadele olmadığı, kolektif bir dayanışma olduğu üzerine çalışmalar yapmış ve karşılıklı mücadele kadar “karşılıklı yardımlaşma”nın da olduğu fikri üzerine pek çok sonuç ortaya koymuştur. Doğadaki canlılar da insanlar gibi “var kalma” çabası veriyorlar. Bu nedenle onların da kendilerince bir dayanışma yöntemleri olmadığını kim bilebilir? Hesse’nin şu cümlelerinde işaret ettiği gibi: “Titizlikle düzenlenmiş bu bakımlı park eskiden kuralcı bir sanat eseriydi. Sonra, insanların uzun bekleyişlerinden, özenle bakmaktan, kesip biçmekten bıktığı, büyük zahmetlerle yeşillendirilen park ve bahçeleri artık arayıp sormadığı bir dönem gelince, ağaçlar kaderlerine terk edilmişti. Ağaçlar aralarında dostluk kurmuş, onları dünyadan soyutlayan sanatsal rollerini unutmuşlar, birbirlerine yaslanmış, kollarıyla sarılmış ve destek olmuşlardı.”
İnsan türünde şöyle bir anlayış hâkim doğa bizim koruyup kollamamıza muhtaç, oysa tam tersi bence insan doğaya muhtaç. Elbette günümüz koşullarında, vahşi kapitalizmin doğaya yönelik politikalarına karşı mücadele etmek gerek ancak bana kalırsa bunu doğanın bize olan faydasını hesaba katarak değil, doğa varlıkları olmazsa bizim varlığımızın nasıl değersiz olacağını bilerek, bu işte birlikte olduğumuza inanarak direnmek gerek. Böylece bu direniş doğayı korumak değil onunla dayanışmak anlamına gelebilir ve yardımlaşma eşit ilişki biçimi doğurur. Bunun için de Hesse gibi duymak gerekiyor doğayı, ağaçları ve onların kendi oluşlarındaki biricikliği şu cümlelerde ifade edildiği gibi: “Her ağacın tek başına yaşadığını, kendi özel biçimi, kendine özgü gölgesi olduğunu biliyorum. Münzevi ve mücadeleci yapılarıyla dağların yakın akrabalarıydı onlar, zira her biri, en azından dağların daha yukarılarında yetişenler, hayatta kalmak ve büyümek için rüzgâr, iklim ve kayalara karşı sessiz, çetin bir mücadele veriyorlardı.”
Son dönem coğrafyamızda öyle çok ağacın yok edilmesine tanık olduk ki onlarla dayanışma gösterememenin ağırlığı altında ezildik. Hâlâ da ormanların satılığa çıkarıldığı yasalar tartışılıyor. Hesse’nin “Ağaçlar” kitabını okurken doğadan kaybettiklerimizi hatırlayıp üzülmemek elde değil çünkü hissettiğimiz yazarın şu cümlelerine karşılık geliyor: “Sanki tüm gizli köklerimle birlikte beni de yerimden söküp almışlar, acımasız çiğlikteki günışığına tükürüp atmışlar gibi hissediyorum. Etrafta günlerce dolandım ama bildiğim tanıdığım tek bir orman patikasına, aşina olduğum tek bir fındık ağacı gölgesine, haylaz oğlan günlerimden kalma tek bir meşeye rastlamadım, şehrin etrafında sadece enkazlar, çukurlar, çayır gibi biçilip geçilmiş orman yamaçları, çıplak kökleri feryat eder gibi güneşe bakan ağaç cesetleri vardı.” Yazarın tanıklığının çok uzağında değiliz maalesef neredeyse her gün benzer manzaralarla karşılaşıyoruz. Bu nedenle, ağaç cesetlerine alışmamak, feryatlarını duymak onlarla doğanın türleri olarak ortak köke sahip olduğumuzun bilincinde olmak gerekiyor.
Ağaçlar bizimle birlikte tanık oluyorlar dünyaya, yaşama çabası veriyorlar vahşi politikalara, hırçın rüzgâra karşı. Sessiz olduklarına bakmayın bence duyuyorlar dünyanın başka seslerini. Didi-Huberman Auschwitz kampının bulunduğu bölgedeki Huş ağaçlarından bahsediyordu “Kabuklar”[2] kitabında, onların tanıklıklarına yaslanıyordu. Kitabın çıkışını da o ağaçlardan aldığı kabuklara bağlıyordu çünkü ona göre: Polonya’daki bir ağaçtan koparılan üç parça zamanın üç parçasını, ailesini kamplarda kaybetmiş bir yazarın kendi zamanını taşıyordu.
Doğa ile zamanı paylaşıyoruz. Aynı gökyüzü altında dünyanın diğer türleri ile benzer çabalar veriyoruz, savaşlar, doğayı yok eden projeler hepimize zarar veriyor. Aynı kederin ortağıyız kısacası. Bu nedenle, bazen bir ağaç kabuğunun söyleyecekleri olabiliyor. Hesse’nin aktardığı ağaçların hikâyeleri gibi, toplanan ıhlamur çiçeklerinin çaya dönüşen kokusunun söylediği gibi bundan dolayı doğaya kulak vermek gerekiyor, insan yanlı bir tavırla değil, Hesse’ce bir bilgelikle.
Emek Erez – edebiyathaber.net (14 Ocak 2019)
[1] Canetti, E. (2017), “Sinek Azabı”, (Çev. Necati Aça), s. 27, İstanbul: Sel Yayıncılık.
[2] Didi-Huberman, G. (2018), “Kabuklar”, (Çev. Elif Karakaya), İstanbul: Lemis Yayın.