“Korkunç bir şey olduğunu fark edecek kadar öykünün anlatı sanatından kendisini çıkarabilmek için okuyucudan hatrı sayılır ölçüde bir çaba beklenmektedir.” D.H. Lawrence‘ın “The Captain’s Doll” öyküsü hakkında söyledikleri (Yasak Bilgi’den alıntılanmıştır).
Kurt Vonnegut‘un “Benim kuşağımın en büyük hikâyecisidir” dediği Flannery O’Conner‘ın Everest Yayınlarından geçtiğimiz Mayıs ayında çıkan romanı Bilge Kan, kusursuz üslubu, sıradışı kurgusu ve akıl almaz karakterleriyle sulandırılmış bir kaosun kenarına ilişiyor.
Öyküde 1930’lar Amerikası’nda, ordudan ayrılıp kasabasına dönen Hazel Metos’un buradaki katı muhafazakârlık sonrası küçük çaplı evangelistlerle rekabeti göze alarak büyük bir din düşmanına dönüşme süreci anlatılıyor. Romanın başkarakteri Hazel Metos, kısa adıyla Haze, kendi mıntıkasındaki kör Vaiz Asa Hawkes’in söylemlerinden rahatsızlık duyarak kontra atağa geçmeye karar verir. Kısa sürede İsa’sız ve giderek anarşist, hatta nihilist bir öğretinin savunucusu pozisyonuna ilerler. İsa’nın bir sahtekâr, öğretilerinin de baştan ayağa safsata olduğu kabulünden hareketle İsa’sız bir dünyaya dair doğaçlama manifestosunu kalabalıklara bas bas bağırmaya başlar. Bu sırada Vaiz Asa Hawkes’in kızı Sabbath, onu kadınlığıyla ele geçirip, muhalefetini yok etmeye uğraşır. Çatışmasından ironinin eksik edilmediği bu çarpıcı öyküde tüm karakterler toplumsal bir ihmalin kurbanı olmaya doğru yol alırlar. Ancak tüm bunlar dünyadan başka bir yerde cereyan ediyor gibidir. Amerikan Gotiği’nin romana nüfuz etmesinin de etkisiyle gerçeklik ihlal edilmiş, cinayet de dahil, romandaki hiçbir eylem sanki muhatabını bulamamıştır Herkes bireysel olarak tökezlerken; roller, “kalabalığı” sıyırıp geçiyor ve her şey bir kere daha maksadını aşıyordur. Normal şartlar altında, iğreti tutuculuğuyla öne çıkan bir kasabada linç edilmesi gereken tanrı tanımaz vaiz Haze, sadece ilgisizlik ve bir iki sataşmayla cezalandırılıyor.
İlgisizlik demişken romanın en önemli özelliklerinden biri sahne içi yalıtılmışlıktır. Yeri geldiğinde romandaki herhangi bir karakteri, zamandan, mekândan ve “diğerlerinden” yalıtılmış olarak buluyoruz. Albert Camus‘nün Yabancı‘sında mümkün olan şeyleri sağlayan bu üslup ve atmosfer, Bilge Kan’da doz aşımına uğramıştır. Bunun elzem ve doğal bir sonucu olarak da Camus’nün Mersault’sundan kesinlikle daha yabani bir karakter olarak Flannery O’Connor’ın Hazel Motes’i ortaya çıkmıştır.
Bilge Kan’ın, Yabancı’dan 10 yıl sonra yazıldığı düşünülürse, aralarındaki organik bağ hemen göze çarpar. Gene de Haze’in hayatında olup bitenleri etraflıca bir yere yazdığımızda, romana Camus’nün Meursault’su gibi “yitik” bir tip olarak girmediğini görürüz. Kendi öğretisinin tebliğcisidir. Altındaki Essex’iyle seyyar din düşmanlığı yaparak kilise yolunu tıkamak ve İsa’sız bir dünya kurmak ister. Pasif bir anarşist, aktif bir nihilisttir. Ancak görüşlerini benimseteceği kimse bulamayınca, git gide hissizleşmeye başlar. Ağır bir patolojinin içerisine soğukkanlılıkla sokulurken ahlaki standardı kaybetmiş, yabancılaşmış ve gene Camus’nün Meursault’su gibi, nispeten daha geçerli nedenlerle suça bulaşmıştır. Ancak işlediği yüz kızartıcı suçun öncesinde duyarlığını yitirmeye başlamış olan Haze, bir çeşit savunma mekanizmasıyla ve dezorganize bir kişilik olarak, olay mahallinde bulunduğu için “suç”un mahiyeti hakkındaki sahici fikirlerini kaybetmiştir. Klinik seviyede bir soğukkanlılık sergiler. Çok geçmeden bu anlam kaybı, eylem yitimine sebep olur ve Haze bedenini de tahrip ederek kendisini İsa’lı dünyadan tecrit eder. Bu kararın ya da kaderin ardından tam bir yabancı’dır, onun nezdinde insan ve her çeşit nesne değerini kaybederek aynı seviyede buluşmuşlardır. Romanın sonlarına doğru geçen şu sersemletici bölüm, Haze’in dışına çıkamadığı, daha doğrusu sımsıkı içinde kaldığı, azı sosyolojik, çoğu patolojik düzeneğin fotoğrafı olur.
“Haze’in cebinden para düştüğünü, fakat eğilip almaya zahmet bile etmediğini görmüştü. Bir gün, odasını temizlerken, odasında dört banknot ile birkaç madeni para buldu. O sırada Haze yürüyüşten dönmüştü. “Bay Motes” demişti kadın, “çöpte bozuk paralar var. Çöp tenekesinin nerde olduğunu biliyorsun. Nasıl böyle bir hataya düştün?”
“Artmıştı para,” dedi Haze. “İhtiyacım yoktu.”
Kadın kendini Haze’in sandalyesine bırakıverdi. “Her ay atıyor musun parayı?” diye sordu biraz sonra.
“Artınca sadece,” dedi Haze.
Flannery O’Conner’ın psikolojik eşiğin dışına taşırdığı bu sarsıcı romanı, toplum karşısında hükmen mağlubiyeti kabul etmeyip hücuma kalkışan bireyin savaşı üzerine bir felsefe üretiyor. Bireyin kendi evinde, seyircisiz oynayıp kaybettiği tuhaf karşılaşmalardan birinin geniş özeti diyebileceğimiz Bilge Kan düşünmezken düşündüren bir roman.
Evren Kuçlu – edebiyathaber.net (24 Temmuz 2015)