“Hayatı, son bir beş dakika gibi, her bir dakikanın kıymetini bilerek yaşamak istediğimizde, saklamaya çalıştığımız, bastırdığımız bütün duygular ayaklanır… Ama hayatı son beş dakika gibi yaşayamazsınız. Bunu biliyorum. Ama ya öyle yaşasaydınız?”
Ahmet Altan’ın geçtiğimiz ocak ayında çıkan son kitabı “Yabani Manolyalar” ilk bakışta arka kapakta yer alan cümleleriyle dikkatleri çekiyor. Bugüne dek ilk kez yayımlanan denemelerinden oluşan kitap, yazarın akıcı ve edebî üslubunun yanı sıra erkeklerin olduğu kadar kadınların da psikolojilerini dile getirmedeki ustalığını bir kez daha ispatlıyor.
Eserde ünlü edebî kişiliklerin yaşamlarından çarpıcı kesitlerin de konu olarak alındığını görüyoruz. Yazıların her birini okuyanda öykü tadı bırakan denemeler olarak ele alabiliriz. Örneğin eşi Elsa için efsaneleşmiş onca aşk şiiri yazan ünlü Fransız şair Aragon’un, Elsa’nın ölümünden sonra kendisini aldattığını öğrenerek birlikte olduğu erkeklerin adlarının bulunduğu uzun bir listenin eline geçmesi gibi talihsiz bir olayı değerlendiriyor. Yazar, Elsa’nın ölümüyle geride kalan Aragon’un psikolojilerini çözümlemeye çalışırken henüz ilk yazısıyla okuyucuyu kadın erkek ilişkilerindeki anaforun tam ortasına sürüklüyor. (Huzursuz Ruhlar)
Bir başka denemede ünlü yazar Dostoyevski’nin idam mangasının önünde beklerken son beş dakikada af haberini alışının yansımasının görüldüğü romanında buluyorsunuz kendinizi. İnsan yaşamının son beş dakikasının önemini çok farklı açılardan âdeta yutkunarak okuyabiliyorsunuz. (Sonsuz Beş Dakika)
Kitaplarının çoğunda aşkla birlikte haz temasının doğasına da cesurca yer veren Ahmet Altan’ın bu kitabında da haz duygusu edebiyatın melodisine eşlik ediyor. Yazar, edebiyat tarihinin büyük klasiklerinden biri olan Choderlos de Laclos’un “Tehlikeli İlişkiler” adlı romanındaki kahramanların yaşadıkları üzerinden hazzın ve şehvetin de bir adabı olması gerektiği üzerinde duruyor. Böylece romanın konusu yazarın görüşleriyle ve kendine has üslubuyla birleşiyor: “Sevişmek, tanrıların oturduğu dağların ırmaklarında yıkanmak gibidir… Bunu gerçekten varlığının derinliğinde duyan biri asla o gizli cennetten atılmak, oralarda bir lanetli olarak anılmak istemez. Şehvetine ve seviştiğine sadık olur. Korur onları.” (Tehlikeli İlişkiler)
Ahmet Altan, kimi acı soyut kavramları yürek ferahlatan somut kavramlarla harmanlayarak okuyucuya sunduğu denemelerinin bir diğerinde ise öfke kavramını ele alıyor. Hüseyin Cahit’ten başlayarak Pir Sultan’ın, Ahmet Yesevi’nin, Jack London’un, 1 Mayıs’ta öldürülen işçilerin, Filistinli çocukların yaşadıkları üzerinden dillendiriyor öfkesini ve onu çiçek kokularına, renklere boğarak güzelleme yapıyor: “Ihlamur çiçeklerinin kokusu durgun bir su gibi birikiyor ağaç diplerinde, ılık bahar havası o kokularla koynuna alıyor beni… Bahçe kapılarından sarkan mor salkımlar, incecik gövdeleriyle pembemsi gülibrişimler, mor çiçekli yabani manolyalar… Bütün notaları değişik çiçek kokularından kotarılmış bir müzik gibi hayat…” (Ihlamur Ağaçları ve Öfke)
Ve “Hiçbir zaman kader tanrıçasına güvenmedim, bana huzur verdiği zamanlarda bile. Bana bahşettiği her şeyi (parayı, mevkii, gücü) öyle bir yere koydum ki geri almak istediği zaman, beni rahatsız etmeden alabilsin. Bütün bu sahip olduğum şeylere belli bir mesafede durdum ki istediği zaman onları bulundukları yerden rahatça alsın, benden söküp koparmasın… Bende de ona verecek bir şeyler vardı. Ve günü geldiğinde, eğer gücüm yeterse, bunu o kaprisli tanrıçaya gülümseyerek verecektim.” gibi düşünceleriyle Ahmet Altan kimi satırlarda yaşanmışlıklarındaki her türlü olumsuzluğu bilgece karşılamanın sırrına ermiş bir bilge yazar olarak karşımıza çıkıyor. (Yabani Manolyalar)
Çiftler arasındaki aldatma olayını bu kitabında da ele alan yazar, aldatılan erkeğin psikolojisinin derinlerine inerek aldatılmanın erkekler için öncelikle bedensel olduğu gerçeğinin altını çiziyor ve erkeğin bu durumda kadını geri almaya çalıştığı görüşünü öne sürüyor. Aldatan kadının bir başkası tarafından aşağılandığı, bir başkasının gücüne teslim olduğu, hoyratça davranıldığı ihtimali veya bir başka erkeğin kadına daha fazla değer vermesinin üzüntüsü gibi nedenlerle iktidarlarının yıkıldığını düşünen erkeklerin ezberledikleri bütün davranış biçimlerinin tarumar olduğunu dile getiriyor.
Ve yazar, her iki tarafın da aldattığı durumda ise kimin aldatıldığını belirleyen ölçütü sorgulayarak “Hangisi sadakat bekliyorsa o aldatılmış oluyor. Sadakat beklemeyen birini aldatmak mümkün değil çünkü.” sonucuna varıyor. (Erkek Aldatıldığını Anladığında)
Aşkı olduğu gibi, yalın, samimi ve derin bir şekilde en iyi dile getiren yazarlardandır Ahmet Altan. Yine aşk kavramını “Tanrı’nın en tehlikeli mucizesi. İmkânsız görünen bir gerçek.” sözleriyle yeniden tanımlıyor. Dünyadaki her insanın parmak izlerini bile farklı yaratan Tanrı’nın, insanın birini sevip kendisine benzetmeye çalışmasına karşı olduğunu anlatıyor bu kez. Tanrı, yarattığı benzersizliğin bozulmasını istemiyor. “O yüzden belki, birini sevip de onu kendinize benzetmeye çalıştığınız anda acı çekmeye başlıyorsunuz.” sözleriyle bu nedenle bugüne dek mutsuz olan pek çok insana sesleniyor. Nitekim sevdiklerimizi kendi düşünce kalıplarımızın içine sokmaya çalışmak, sadece evrenin şimşeklerini yaşamımıza çekmeye yaramıyor mu?…
“Tek hecelik bir değişiklik herkesi mutlu edebilir belki de, “benim olsun” yerine “benimle olsun” diyebilmek… Aradaki o küçük “le” hecesi… Bir hece… Birçok hayatı mutsuz kılan küçük bir hece. O hecenin üstesinden gelmek zor, değil mi? ‘Senin söylediğinden fazlasını sana sormam, benim söylediğimden fazlasını bana sorma,’ diyen… Bu yapılabilseydi eğer birçok hayat ne kadar farklı yaşanırdı.” (Sıradan Pencereler) diye düşünen yazar, bir kez daha olgunluk çağına dek kazandığı tecrübelerini yansıtıyor. Özellikle bir yanıyla Orta Doğulu olan ülkemizde böylesi bir yaşam tarzını birçok erkeğin yalnızca kendine hak gördüğü düşünüldüğünde insan hakları, kadın hakları ve kadın erkek eşitliği yönlerinden daha kat etmemiz gereken ne çok yol var…
“İntihar gibi bir ilişki. ‘Birlikte yok’ olmanın, başkalarıyla yaşamaktan daha zevkli olduğuna inanacağınız bir ilişki… Ölürken güzelleşen ağaçlar, sevişirken ölen örümcekler, bir aşk için bütün hayatını yakan insanlar var bu tabiatta… Yaşamın uysal mutluluklarıyla yetinmeli miyiz?… Beraber mahvolacağınız birini bulmak… Bu bir şans mı, şanssızlık mı?”(Birlikte Mahvolmak İsteyeceğiniz Biri)
Yazarın samimi olarak sorduğu sorunun cevabı sanırım her insanın kişilik yapısında, aşka gönül vermişliğinde ve bir nevi çılgınlık oranında, cesaretinde, dolayısıyla seçtiği yaşam tarzında yatıyor. Veya kimbilir, belki de kader denilen o tuhaf kavramın tam ortasında bulunuyor.
Ve aşk adına bu kez bir kaplumbağanın varlığıyla somutlaştırılarak süslenmiş Ahmet Altan’ca bir yorum daha: “Sevişmeler aşkı doğurabilir bazen, aşklar sevişmeleri… Ve bazen ikisi birleşiverir… Âşık olduğumuz biriyle, sanki o âşık olmadığımız biriymiş gibi sevişmek. Kaplumbağanın bilmediği bir istek bu. Hiç aramadığı. Kafasını çıkartıp arada bir bana bakıyor. Onu nar ağacının altında bırakıp kalktım. Onunkinden daha zor hayatımız, onunkinden daha karmaşık. Ve onunkinden daha zevkli. Biz onun aramadığı bir şeyi… Bir mucizeyi arayarak yaşıyoruz.”
Selva Trak Ulupınar – edebiyathaber.net (10 Mayıs 2017)