Eskilerin “kendine münhasır” veya “üslup sahibi” dedikleri, zamanımızda “özgünlük” olarak adlandırılan sıfat tartışmasız Yahya Kemal’in şair kimliğine oturur. Nitekim Selahattin Hilav Edebiyat Yazıları’nda şairin bu özelliğini şu cümleler içinde vurgular: “Yahya Kemal, Nedim’den sonra ben geldim, derken haklıdır. Çünkü bu iki şair arasında çok uzun bir özgünlük yokluğu vardır. Gerçekten de Yahya Kemal, Osmanlı tinselliğinin arka planı ile Batı şiir dünyası arasındaki çatışmayı yaşamış ve çok iyi anlamış, bu çatışmayla kendi öznelliği içinde hesaplaşarak bugün hepimizi etkileyen şiirler üretmişti.” Doğru bir tespitle bu şekilde ifade edilen şairin şiir dünyası elbette çok daha zengindir. 1 Kasım 1958 tarihinde ölen Yahya Kemal’in sadece Edebiyata Dair adındaki eserine başvurulduğunda bile şiirle ilgili neler düşündüğü çıkarılabilir.
Edebiyata Dair’in yazarı şair, hem de iyi bir şair olunca yazılan kitabın en başında şiire yer verilmiştir. Edebiyatın diğer türlerine yaklaşımında olduğu gibi şiire bakışında da tarih hareket noktası olmuştur. Önce Yahya Kemal’in aktardığı şiir tanımları ve görüşler, şiirde amaç, şiir çeşitleri, şiir okumak, şiir ve nesir, şair konularında neler düşünüyor adı geçen eserinde (Edebiyata Dair. İstanbul Fetih Cemiyeti Y. 1984) bunlara bir bakılması gerekiyor.
Yahya Kemal şiirin kalpten geçen bir olayın lisan halinde ortaya çıkışı, lisan oluşu, lisan kalışı olduğunu söylerken bu duruma da bir açıklama getirir. Bazı şairler gibi şiirin nefes ve ses gibi iki unsurunun şiirde uyumu oluşturduğunu belirtir. Ancak şiir duygusunun lisan haline gelmesi için yoğurmak, madde haline sokmak, mısraın duygunun ta kendisiymiş gibi okuyucunun hissetmesini özlediğini de yazar. Dikkat edilirse bu düşüncelerinde bir şiir tanımından daha çok şiirin nasıl yazılması gerektiğinin işaretini vermektedir.
Yahya Kemal’in kitabında önceleri şiir tanımına fazla yaklaşmak istemediği anlaşılıyor. Birçok yazar çizerlerin, eli kalem tutanların yeri geldiğinde ve okumadan, araştırmadan Yahya Kemal’e mal ettikleri, aslında Âli Beye ait olan şiir tanımı var. Ne yazık ki Google’da da aynı yanlışlık sürdürülüyor. Şair bu sözün veya şiir tanımının Orhan Seyfi Orhon’a 1924 yılında verdiği söyleşide “Âli Bey’in dediği gibi “şiir darası alınmış sözdür” diyor ve kendi görüşü olarak da “fakat nice şiir mecmuaları darası alınmağa ihtiyacı olan ciltlerdir” düşüncesini aktarıyor. Aynı söyleşide Recaizade Ekrem’in görüşlerine de dikkat çeken Yahya Kemal “şiirin yalnız vezinden ve kafiyeden ibaret bir şey değil, çok ve çok daha geniş olduğunu öğrenmeye başlıyorduk” der. Sonra da hayatta şiir diye bir şeyin varlığını ve bunun da duyguları, hüzünleri, sevinçleri ve ihtirasları işlediğini açıklar.
Bütün bu düşüncelerden sonra kendi şiir görüşünü tek doğru görüş de saymaz. Birbiriyle çelişen yollar ve bunları takip edenlerin varlığı şiirin yalnızca birkaç tarifine güvenilmeme sebebi olduğunu da hatırlatır. Çünkü Yahya Kemal’e göre “Şiirin tarifi bir felsefe konusu olduğuna göre ortaya atılan iddiaları kabul ya da reddetmek mümkündür.”
Şiirde güzellikten başka bir amaç aramadığını söyleyen Yahya Kemal sanat eserlerinin nasihat, hamasi duygular yerine zevk vermesi gerektiğini vurgular. Şiiri çeşitlendirirken “halis şiir”, “lirik şiir”, “saz şiiri” üzerinde düşüncelerini de açıklar. Ona göre; “Halis şiir” çok nadir bir madendir. Bunun için bütün sanatlar arasında ürünü en az olan sanat yine şiirdir. Şiir nazım sanatı olduğu için güfteden önce bir bestedir. “Mısralarında nağme hissedilmeyen bir manzume sadece bir güftedir ki onu nesir sahasına atarız.” Şiir nesirden çok farklı bir yapıdadır. Musikiden başka türlü bir musikidir. Öyle ki yazılan ve okunan şiir çok iyi olsa bile “halis” şiir olamaz. Şiirde nefes ve ses esaslı unsurdur. Ona göre kulağı bir ses doldurmazsa “halis şiir” değildir. Yani şiir aynı zamanda bir “ses” taşır.
”Şiirde lisan, zevk, fikir, mazmun, her şey eskir, yalnız aşk eskimez her dem tazedir.” diyen Yahya Kemal Saz şiirini aşk ve ihtiras şiiri olarak tanımlar ve bu şiiri söyleyenlere de aşıklar dendiğini yazar. Yahya Kemal Lirik şiirin her millette sazla beraber doğduğunu, kendini ilk defa mızrap ve telle ifade ettiği için de musikiyle ikiz saydığı şiirdir. Lirik, yani aşk şiiri zamanla gelişerek saz bırakılmıştır. Lirik şiire bir sıfat vermek gerekirse buna “asıl şiir” denmesi gerektiğini yazan Yahya Kemal lirizmin önemini de “Bir milletin her hassası zamanla kaybolduğu gibi lirizminin kaynakları kurursa “sahte lirizm” meydan alır” düşüncesiyle vurgular. Zamanımızda “şiir” diye yayımlananların bazılarına bakıldığında Yahya Kemal’in ne kadar da haklı olduğu söylenebilir.
Yahya Kemal yaşadığı dönemde şiire -elbette Türk şiirine- farklı açılardan bakarak eleştiriler getirmiş, şiirin geleceği açısından kaygılarını ifade etmiş, şiirde yoksunluk, “eski şiirimiz” ve “yeni şiirimiz” karşılaştırması yapmış ve dönemin edebi okullarına da açıklamalar getirmiştir. Onun bu konulardaki düşüncelerinin çok iyi anlaşılması gerekir.
Bir asırdan beri “Türk şiiri kansız, cansız, dermansız, ihtiyardır, eski mazmunları darb-ı mesel diye söyler, eski ahenkleri mırıldanır, eski hisleri eski kalıbından çıkarır, yeni kalıpta bir daha döker” diyen Y. Kemal 1921 yılında yazmış olduğu yazısında Türk şiirini bir ölüye benzetir. Yavaş yavaş solduğunu, çürüdüğünü, lime lime olduğunu bir kemik kaldığını, yani şiirin önce ruhunun çekildiğini, lisanının çürüdüğünü, veznin bozulduğunu, ahengin karmaşıklaştığını ifade eder. Şairin bu düşüncelerinden de anlaşılmakta ki o tarihi dönemin sosyal çalkantıları doğrudan sanata ve şiire de etki etmiştir.
Yahya Kemal şiirde “yenilik” konusuna değinirken bir asırdan beri Avrupa’nın diğer milletlerinde olduğu gibi bizde de yeni olan her şeyin güzel ve doğru olarak kabul edildiğine işaret eder. Sonra da “Şiirde bir “yeni doğu”nun, her şeyden önce şiir anlayışımızın değişmesiyle mümkün olabileceğine inanmıştım. Şiir anlayışımız, işte asıl meselenin kördüğümü bu idi” der.
Yahya Kemal, Milletimizin şiirde çok yetenekli olduğunu işaret ettikten sonra gerçi şiirde ufukların fazla geniş olmadığını, bunun sebebinin de devletçi bir millet olmamıza bağlar. “Türklerin şiirdeki aşkına misali bütün gazeli, bütün köy türküleri” olduğunu yazar ama ardından da tartışmaya açık olan şöyle bir hüküm verir: “Halk türküleri, vatanın birbirine çok uzak mıntıkalarında söylendikleri için ve aynı zamanda halk tabakalarının dar lehçesinden ibaret oldukları için bütün milletin birden mal edineceği bir örnek olamazdı.” Konuşulan dille şiir söylemeyi “alafranga şairlerle” başlatan Yahya Kemal bu şairlerden önce evde ve sokakta konuşulan dil ile şiir söylenmediğini yazar. Halk türkülerinin de vatan coğrafyasının uzak kesimlerinde söylendikleri, “halk tabakalarının dar lehçesinden ibaret” oldukları için bütün millete örnek olamayacağından bahseder. Bu açıklamalar hem düşündürücü hem de tartışmaya açıktır. Çünkü türkülerin farklı bölgelerde, farklı lehçelerde söylendiği için anlaşılamadığı söylenemez. Ayrıca Yunus gibi, Karacaoğlan gibi şairlerin Türkçe söyleyişleri de herhalde bir kenara konulamaz.
Yahya Kemal yeni şiir ve yeni nesrimizin 1860’dan sonra başladığını fakat bunda da eski zevk ve sanatların devam etmiş olduğunu işaret eder. Ancak yeni fikirler etrafında coşkunluğun bu yeni dönemde edebiyata girdiğini, yenileşmenin çok aykırı olmamasından dolayı okur-yazar tabakayı sürüklediği gerçeğini de ifade eder. İkinci yenileşme Servet-i Fünun’la devam eder. Fakat bu defa İran taklidi yerine Frenk taklidinin başlatılması yine yerimizde saydığımızın işareti olarak belirir.
Yahya Kemal 1908 Meşrutiyet’inden sonra şiirin, toy gençlerin gürültüler çıkarmasıyla, ciddiyetsiz, senlibenli bir kimlik aldığından da yakınır. Edebiyat-ı Cedide’cileri zevkimize ve dilimize yabancı, cılız, Servet-i Fünuncu’ların şiirlerini okul öğrencileri için kaleme alınmış şiirler diye eleştirir.
Şiir okuma konusu birçok edebiyatçı, hatta düşünür tarafından işlenmiş. Hemen hepsi de kendi düşüncelerini ortaya koyarken ortak fikirlerden bahsetmeyi de önemsemişlerdir. Şiir okumak denince daha çok sesli okumanın öne çıktığı da görülmektedir. Nitekim Terry Eagleton şiirin içinde anlam inşa eden okurun kendisi olduğunu söyler. Ayrıca şiir okumada ses tonu, ruh hali, tempo, dramatik jestler ve bunların benzerlerinden bahsetmesi de şiirin daha çok sesli okunduğunun işaretleridir. Şiir okumayı musiki ile birlikte düşünen Yahya Kemal Edebiyata Dair de şiirin yanında şiir okuma konusunda düşüncelerini açıklamıştır. Ona göre asıl şiir mısralarla bir beste olan manzumedir, tanımından da hareketle beste nasıl ki bir sanat eseri ise onu okumak da ayrı bir sanat eseridir, şiiri her okuyanın okuyuşu ayrı ve kişiseldir ama bir şiirin nasıl okunacağı da kendisinde vardır.
Yahya Kemal’e göre bir şair mısralarındaki kelimeleri milletinin lisanından almıştır. Kelimenin ölçüsünü şair nasıl bozmuyorsa şiiri okuyan da, doğru bir şekilde okuyan da bozamaz. Bozarsa kelimeye ve şairin kelimeye verdiği ölçüye ihanet etmiş olur. Hakiki şiirde mısraları nesir gibi okumak nazmı silip geçmek demektir. Sonuç olarak gerçekte bir “lisan bestesi” olan şiiri şair tarafından bestelendiği gibi okumaktır. İyi bir şiir kötü okunabilir, lakin kötü bir şiir iyi okunamaz. İyi bir şiiri, okuyan okumuyor. Yahya Kemal’in düşüncesinde “şiir kendi kendini okutuyor.”
Şair kitabında edebiyat düşüncelerini dile getirirken şiir ve nesir karşılaştırmasına da ihtiyaç duymuştur. Yahya Kemal Türk şiir ve nesrine yönelik eleştirisini yapar, duygular ve lisanın birlikte çalışması gerektiğini tekraren vurgular ve bu konuda söyleyeceğini söyler: “Kalbi olanların dili yok, dili olanların kalbi yok. Yoksa bugün Türk şiiri ve nesri taş yürekleri eriten bir şey olurdu” der
Yahya Kemal’e göre şair daha önceleri milli hayatın tanığı konumunda, padişahtan serdara kadar bütün şahsiyetleri yaşatandı, sonraları halkın nazarında toy, küstah, yüksekten uçan, sünepe, ciddiyetsiz, asalak, akılsız, mektep kaçkını olarak görüldüğünden bahseder. Ancak O şaire, “gerçek şaire” ayrı bir yer verir. Bu şairler şiirle birlikte doğarlar, isteseler de şiirden ayrılamazlar, onlar şiiri bırakmak isteseler de şiir onları bırakmaz. Ayrıca şairlere her zaman bir ihtiyaç vardır. Çünkü ızdıraplar, sevinçler ne kadar coşkun olurlarsa olsunlar bunlar kendiliğinden dile gelmezler, herkesin duyduğu bu duyguları yalnızca şair söyleyebilir.
Yahya Kemal dendiğinde hep az şiir yazdığı akla gelir. Nitekim bir söyleşide kendisine neden az şiir yazıyorsunuz diye soran Şair Orhan Seyfi Orhon’a şu cevabı verir: “Şiir denilen ezeli yazın içinde bir ağustos böceği olmak bile bir varlık sayılır. Şiiri kâğıt üzerine yazmak kolaydır, vezni, kafiyeyi ve lisanı kullanan çok kimsenin elinden gelir, ancak P. Verlaine’ in bahsettiği kuş gibi ötmek şiirdir” der.
Aynı soruşturmada şiir nasıl olmalı sorusuna verdiği cevaplar da anlamlıdır: Yahya Kemal’e göre zevk ve kültür adına hiçbir değeri olmayanlar, bir mısraın zevkine varamayanlar akıllarınca yeni yollar gösterenler zavallılardır. Bu zavallılar dediklerinin, şiirin nasıl olduğunu tarif etmelerini de eleştirir.
Kısaca denebilir ki Yahya Kemal’in 65.ölüm yıldönümünde bile onun şiir konusundaki bazı görüşleri önemini korumaktadır. Bunun için onun şiir düşünceleri yeni baştan çözümlenmeli, tartışılmalıdır.
edebiyathaber.net (1 Kasım 2023)