“Yakası Kürklü Yeşil Parka” 12 Eylül’ün hemen öncesini anlatan romanlardan biri. Süreyya Köle bu kitabıyla 2011 Abdullah Baştürk İşçi Edebiyat Ödülü’nü kazanmış. Kitap yitip gidenlere armağan edilmiş.
“Yakası Kürklü Yeşil Parka” büyük umutlarla beklenen o günleri, devrim için hayaller kuran, mahalle komitelerinde direniş öyküleri anlatan insanların devrim arifesini anlatıyor. Belki de bir daha hiç gelmeyecek o günlerin hatıralarını anlatıyor bize. Pek çok hayatın içi içe geçtiği o fevkalade süreçte, farklı insanların yolculuğuna şahit oluyoruz kitapta.
12 Eylül hemen öncesi İstanbul’da bir gecekondu mahallesi. Ortak yaşanmış hayal kırıklıkları, büyüklerin varlığına armağan edilmiş çocuklar, genç yasta düşen başlar, davasına sırtını dönen yoldaşlar, sokakta devrimci evde kabadayılar. En karanlık yılların hemen öncesi. Bir o kadar da kendi iç çelişkileriyle dolu yoksul ve yoksun hayatlar. Düşle gerçek arasında bir kurmacayla ilerliyor hikayemiz. Gördüğü düşler üzerinden konuşuyor roman kahramanı altı yaşındaki kız çocuğu.
Toplumsal yapının analizi oldukça doğru yorumlanmış. Hemen hikayenin içinde buluyorsunuz kendinizi. Bir tarafta sınıf mücadelesi, bir tarafta kırılıp parçalanan aile ilişkisi. Bir de toplumsal yarılmanın öteki adı, mezhepsel ayrılıklar. Romanda bir alt metin olarak geçen bu meselede kahramanlar biliyor ki, ne kadar onlara benzemeye çalışsalar da, komşuları ilk fırsatta onları bir kaşık suda boğacak. Kadın erkek ilişkilerindeki yalanlar, ilişkilerdeki kofluklar, dedikodular, kavgalar. Devrime inandığı halde karısını şiddetten çekinmeyen adamlar. Ne kadar tanıdık karakterler değil mi? Bir çoğu çevremizde yaşadılar, yaşıyorlar. İçinde şiddeti, çekişmeyi, nefreti, ötekinin burnunu sürterek galip gelme isteğini barındıran duygular.
“Yakası Kürklü Yeşil Parka”da devrimci gençler halkla dayanışma yolları ararlar. Onlar için okuma yazma kursları açarlar, inşaatlarında çalışırlar. Eşyalarını taşırlar, sobalarını yakarlar. Ama mesela küçük kızın annesi kocasını koruma adına, devrimci gençlere sırtını kolayca döner hem de onların imkanlarından hep faydalanmak ister. Aslında halkımız menfaatleri söz konusu olduğunda her şeyden daha çok menfaatlerini sevmiştir. Pek
Kitapta kırık bir aşk hikayesi de var. Hasan ile küçük kızın nefrete dayalı sonu hastalık ve ölümle biten ayrılıkları. Hasan sarı solgun bir gül gibi yatıyordu oturma odasının divanında… Seni görünce gözleri ışıldamıştı. Gözlerinin ışıldaması çok mutlu etmişti seni, ama inandın inattı. Kafanı havaya dikmiş hiç konuşmadan geçmiştin yanından. Nasılda bozulacaktı Hasan şimdi değil mi?.. Hasan kaşları alabildiğine çatık “Niye geldin kız bize? deyivermişti. Ettiği lafa bozulsan da fırlamıştın ayağa: Canın çıkacak! Canın çıkacak! İlk sen konuştun benimle, canın çıkacak!(s.46)
Hasan’ının canı çıkmıştı. Öfkeyle söylenmiş bu sözler hayatı boyunca pişmanlık duymasına neden olacaktı kahramanımızın. Onun çocukça söylediği bu sözleri namını daha da büyütecek, mahallenin cinli çocuğu olacaktı. Çocukların riyasız, bir o kadar da acımasız duyguları büyükleri korkutacaktı. Yazar kahramanının çektiği onca acılara karşın, Hasan’a gösterdiği acımasız davranışı affetmemiş görünüyor. Hepimizin hayatında bir daha olmasını istemediğimiz pişmanlıklar gibi. Ona nasihatler vererek özlese de, merak etse de, acılar içinde kıvransa da küstüğünle bir daha yan yana gelmemesini ayıplıyor.
Anne, kızının arsızlığından dertlerinden bıkmıştır. Onun dermansız derdine çare aramak için gitmediği hocalar, yazdırmadığı muskalar kalmamıştır. Annesi kızının sırrını saklamak yerine komşularla ve babasının devrimci arkadaşlarıyla, herkesle paylaşır. Çocuk her yerde alay konusu olur. Tüm mahallelinin yaka silktiği bu kız babasının arkadaşlarının şefkatine sığınır. Onlarla arkadaşlık ederler, onların getirdiği kitaplar okumaya çalışır, ezberden Nazım şiirleri okur. Bir de Cumhuriyet gazetesini koynunda saklayarak her gün babasının iş yerine taşır. Muhalif okuyucunun hiç bitmeyen çilesi burada da karşımıza çıkıyor. Aklıma geldi de; Cumhuriyet Gazetesi’ni saklama mecburiyeti hissetmeyen var mıdır acaba?
Komünistliğiyle de övünç duyar küçük kız: “Göğüs kabartan bir şeydi goministlik. Ne olduğunu, ne işe yaradığını bilmiyordun ama övünülecek bir yanı olduğunu seziyordun. Yaşamda sevimsiz bulduğun ne varsa karşısına onunla dikilebiliyordun rahatlıkla.”
Hani derler ya “okurken burnumun direği sızladı” diye. Kitabın ben de yarattığı duygu bu oldu. Süreyya Köle ajitasyona düşmemek için oldukça dikkatli davranmış. Seçtiği konu zor; çünkü bir tarafta devrim inancını yüreğinde taşıyan okuyucuya kendini okutacaksın, diğer taraftan da ait olduğun gurubun çelişkilerini içerden yazacaksın. Bir de düşle gerçek arası bir kurguyla ilerleyeceksin. Küçük bir çocuğun dilinden, onun hayal dünyasından ve onun gerçekliğinden aktaracaksın.
Süreyya Köle hakkında küçük bir not vermek isterim ki, yeni okuyucular onu tanısın; 1970 yılında Amasya’da doğdu. Öykü, şiir, deneme, röportaj türündeki çalışmaları yerel ve ulusal pek çok yayın organında yer alan Köle’nin, aynı türdeki çalışmaları ulusal ve uluslararası seçkilerde de yer bulmuştur.
Çok sayıda editörlük çalışması da olan Köle Uçan Süpürge Uluslararası Kadın Filmleri Festivali kapsamında düzenlenen kısa film öyküsü yarışmasında ödüle değer görülmüş. Bir başka yıl Uçan Süpürge tarafından düzenlenen “Kadınlar Saçlarını Çözüyor/12 Eylül’e Mektuplar” adlı projede, Yakası Kürklü Yeşil Parka adlı romanından izler taşıyan “Sahibini Arayan Mektup” adlı kurgu mektubu ile yer almıştır. Edebiyatın yanı sıra Yeni Adana Gazetesi’nde(Kuruluş tarihi 1918) güncel ve siyasal konular üzerine yazılarını 1999 yılından beri sürdürmekte olan Köle, aynı zamanda gazetenin sanat ve siyaset röportajlarını yapmakta, beraberinde gazetenin aylık “Düşünce-Sanat ve Toplum“ ekinin yayın yönetmenliğini yürütmektedir.
Süreyya Köle “Yakası Kürklü Yeşil Parka” adlı romanı ile 2011 Abdullah Baştürk İşçi Edebiyatı Ödülü’nün sahibidir.
Perihan Tunçbilek – edebiyathaber.net (20 Haziran 2018)