Bilindiği kadarıyla bir yazar yazılarını hep yalnız yazar. Mme Stael’in ifadesiyle ancak “Tek başına kalmış olan bir yazar yalnız kabiliyetinin adamı olabilir.” Her yazarın yazı yazarken yalnız kalıp kalmadıkları ayrı bir konu. Yalnız yazmayanlar ya da yazamayanlar da vardır. Bu durum yazarların yalnızlıktan ne anladığına, ne anlaşıldığına da bağlı biraz da. Tabii ki okuma, gözlem, hayatın birçok alanlarındaki birikimlerinden ve bellekte küçük veya büyük bazı konuların piştiğini, olgunlaştığını anladıktan sonra yazı yazanlardan da bahsedilir. Nitekim Harold Bloom da “Yalnızlığın sağladığı büyük zevklerden biri de iyi okuyabilmektir” der.
Eğer o an zihin hücum eden düşünceleri, duyguları, fikirleri, hatta kâğıt ve kalemi (bilgisayarı da diyebilirsiniz) sayılmazsa yazarlar yalnızlığın tamamen ortasında sayılır. Yazmak bazıları için vazgeçilmez bir zevktir. Yaşama hazlarının doruğuna yazarak tırmananlar da vardır. Yani zor yazanlar. Doruk, biraz dik yokuştur, çıkışı zordur. Lakin hedef göze kestirildiğinde o zorluklar seyran yeri gibi hep geride kalır. Sözcükler söz haline geldiğinde, fikirler köze dönüştüğünde ifadelerde yakıcılığın yakalandığı hissedildiğinde yazmanın mutluluğunu yüreklerinin atışında hisseden yazarlar da vardır. Özellikle, neredeyse hesapsız kitapsız denebilecek, kaygısız, hatta plansız denemeler yazmaya başlandığında işte o zaman yazmanın özgürlüğü ortaya çıkar. Belki yazılanlar önceleri kırık dökük de olsa, duygular ve düşünceler maskelerini tamamen atmış olduğundan özgün yazılanlara artık yazar imzasını rahatça atar.
Yazmak, tek başına bir tatmin olma meselesi değildir. Tahsin Yücel’in işaret ettiği gibi “yazmak bir düşünsel eğlence olamaz ve yazmak bizi sık sık kendimizden kuşkulanmaya yöneltir.” Unvan almak, birilerine caka satmak, bir şeyler bildiğinin, bazı insanlardan farklı olduğunun mesajlarını vermek /eğer varsa/ yazmanın kimliğine tamamen aykırıdır. Örneğin Flaubert “Benim zavallı yaşamımda her sözcük bir serüvendir” derken yazmanın bir yaşama biçimi olduğunu vurgular.
Baudelaire sanatçıyı ‘fener’ olarak niteler. Yazar fenerini önce kendi içine tutar dışarıda gördüklerini ve gözlemlediklerini içinin aydınlığından ilham alarak yazar. Bunun için yalnız yazmak aynı zamanda vicdanı ile, kendi ışığı ile baş başa kalmaktır. Eğer vicdanını da bir tarafa bırakmışsa bu yalnız kalmak değil başka bilinmeyenleri dikkate alarak çoğalmak, kendi olmadan yazmaktır. Julıo Cortazár Edebiyat Dersleri adındaki eserinde :“Kendim için, yazı için, edebiyat için, bütün yazarlar ve bütün okurlar için savunduğum bir şey varsa o da yazarın vicdanının ve kişisel haysiyetinin ona yazmasını söylediği şeyi yazma mutlak özgürlüğüdür” der.
Bir tarafta “yazmasam çıldıracaktım” diyen Sait Faik, diğer yanda “Tanrım, küçük bir tütüncü dükkânı ver bana. Ya da hangi mesleğe yazarsan yaz… İnsana her zaman beyninin gerektiği bu kahrolası yazarlık mesleğinden başka” diyen Ezra Pound, diğer tarafta “Yazamazsam, dinlediğim türküden zevk alamaz duruma gelirsem öldüm gitti!” diyen Tahir Kudsi Makal…Yazmak, yazarlık biraz da bu ve benzeri düşüncelerdeki kaygıyı, derinliği hatta gerilimi fark etmek ve yaşamak gibi bir şey.
Yazarlar arasında daha çok yalnız yazanlarla kendilerini yalnızlaştırarak yazanlar olduğunu görüyoruz. Sorun “yalnız yazmak” değil sadece yazarken yalnızlaşmak daha çok ilgilendiriyor yazarları. Yazarken yalnızlaşanlar, yani onların tabirleriyle kendi içlerine dönenler ve içsel yalnızlıklarına çekilenler yazmanın önünde herhangi bir engel tanımıyorlar. Bu tür bir yalnızlığın imgelemi beslediğini düşünenler var. Kendi içlerinde yol alarak yalnızlaşan yazarlardan bazıları yazılarını daha kolay yazarken bazıları da gerginlik ve kaygı içerisinde yazdıklarını söylemektedirler.
Bir insanın fiziki yalnızlığı yaşaması için engeller olabilir. Oysa içsel yalnızlık engel tanımaz. İçsel yalnızlıkla kuşatılan yahut yalnız kalan insanda zihin yoğunlaşır, dikkati hiç ummadığı noktalarda toplar, dünyaları keşfeder. Kendisi gurbette olmadığı halde gurbeti içinde taşıyan şair, yazar içsel yalnızlığı yaşayan biridir. Etrafı her türlü gürültüler ve kalabalıklarla çevrilmiş bazı yazarlar içlerine döndüklerinde onların yazmalarını hiçbir şey engellememektedir. Örneğin yazar, radyo programları yapımcısı Ümit Kaftancıoğlu bunlardan biridir: “Yazacağım sıra önemli bir hazırlık gerekli değil. Benim için her yer uygundur. Davul zurna pata pat çalsın. Radyo, türkü, şarkı, gürültü beni ilgilendirmez. Ben yazacağım sıra içime dönerim. Daha doğrusu içimdekiler beni çeker, yöneltir. Dış çevreyle ilgim kesilir. Gece yarısı da böyle, gündüz de böyle…” Attila İlhan da yazarken yalnız olmayı, çevrede neler olup bittiğini pek dikkate almayan şair ve yazarlardandır. O, 1968 yılında bir soruşturmaya verdiği cevapta aynen şunları söylemiştir: “Ben oldum bittim bu işi önemsemedenmiş gibi yaparım, gündelik bir gazeteye ‘matrak’ bir ilave, ya da esnaf bir filim şirketine reklam senaryosu hazırlarken en çetrefil yazıları tasarlamış, bazılarını vapurda gelirken, yolda yazmışımdır.”
Bazı yazarlar da fiziki çevreye, ortama , hatta gece veya gündüze göre daha iyi yazdıklarını, yazabildiklerini ifade ederler. Örneğin Yaşar Kemal “Geceleri düşünür sabahları yazmaya başlarım” der. Bazıları sevinçli, bazıları da kederli olduklarında yazmayı sevdiklerini söylerler. Adnan Binyazar da “Ben genellikle sevinçli iken yazma isteği duyarım” diyenlerdendir. Yazı yazmayı “bir duygu ve düşüncenin” kendisini zorlaması gerektiğini söyleyen Mehmet Çınarlı gibi, benzer şekilde Selim İleri de “ihtiyaç” halinde hissedince yazdığını söyler.
Yalnızlık için yazılanlarla, yalnızlaşarak yazılanlar arasında bir bardak demli çayla yudumlayacağınız muhabbetlerin içinde olmak gibi bir benzerlik de vardır. Kim nasıl, hangi ortamda yazarsa yazsın kendilerini mutlu ve vazgeçilmez yazarlığa mahkûm eden yazarları ve tabii ki eserlerini unutulmaya mahkûm etmemektir asıl sorun.
edebiyathaber.net (21 Kasım 2022)