Seyyahlığı ve turistliği birbirinden ayıran en önemli fark; turistler gezdikleri yeri bir an önce tüketmek ve hemen eve dönme telaşındadır, seyyahların ise böyle bir derdi yoktur. Onlar hiçbir yere aitlik hissetmeden özgürce ve zamansız bir şekilde dolaşmayı tercih ederler. Seyyahlık esasen 16. Yüzyıl başlarında yaygınlaşmıştır. Batılı seyyahların modern dünyanın keşfetmediği otantik diyarlara yaptıkları yolculuklar edebiyatın da önemli anlatılarından biri ola gelmiştir. Bu anlatıların önemli bir çoğunluğu oryantalist bir tavra sahip olmakla beraber melankoliktir de. Gezginlerin yersiz yurtsuzluğu, gittikleri yerde tam olarak ne aradıklarını bilmemeleri ya da Rimbaud da olduğu gibi bir tür kaçış olduğundan kadrajlarına yansıyan imgeler onlarda melankolik duygular yaratır. Dolayısıyla gezginler, boş sokaklarda, sahillerde hiç tanımadıkları yüzler, mekânlar arasında amaçsızca dolaşırlar. Tanıdık oldukları olayları, yaşamları not edinirler. Bu gezintileri sadece melankolik bir edim olarak tarif etmek de eksik olur sanırım. Bazen dünyanın uzak diyarlarına yolculuk hayata ve varoluşa dair bir anlam arayışına da dönüşebiliyor.
Paul Bowles’ın 1949 yılında 40’lı yaşlarında yazdığı Esirgeyen Gökyüzü daha bilinen adıyla Çölde Çay adlı romanı işte bu türden bir arayışa örnek olabilir. Esirgeyen Gökyüzü, bestekârlığıyla bilinen Bowles’un yazdığı ilk roman. Bernardo Bertolucci, 1990 yılında aynı isimle romanı sinemaya da uyarlamıştı. Roman Türkiye’de bugüne kadar birçok farklı yayınevi tarafından Türkçeye kazandırılmıştı. Kitap son olarak 2019 yılında Belkis Dişbudak çevirisiyle Can Yayınları’dan yayımlandı.
Esirgeyen Gökyüzü savaş sonrasında Kuzey Afrika’yı gezintiye çıkan, yolculuklarının ana ekseninin Fas’ı iki ABD’li Port ve Kit’in hikâyesini merkeze almakta. Bowles, kitap boyunca Port ve Kit üzerinden İkinci Dünya Savaşı sonrası çöken Batı medeniyeti tahayyülünü, varoluşsal krizleri, hiçlik ve ölüm gibi kavramlar üzerinden ele alıyor. Kitap boyunca ne aradıkları tam olarak bilinmeyen ve içsel olarak kaybolmuş, varoluşsal sıkıntılarıyla mücadele edemeyen iki kayıp insanın hikayesi Sahra Çölü’nün kumlarına karışıyor. Çöl bu anlamda kitabın ruhuna uygun bir metafor oluyor.
Çölün ortasında varlık ve hiçlik
Sarı renklerin hakim olduğu, manzarası sonsuzmuş görünen çöle bakan, sıcağın eksik olmadığı Fas’ta iki ABD’li çift Port ve Kit tam olarak ne aramaktadır? Turist değillerdir. Port, bu tanıma inatla karşı çıkar. Onlar ellerinde şık bavullarıyla Kuzey Afrika’nın ücra yerlerini gezmekten keyif alan birer gezgindir. Belki de bu yüzden gittikleri yerlerde tam olarak ne aradıklarını bilememektedirler. Kibirli birer Batılı gibi, modern olmayan bir bu diyarların sahibiymiş gibi hissetmek onlara iyi hissettiriyordur belki de. Lakin her amaçsız hatta yönsüz yolculuğun sonu bir yerde kendi hikayenize bağlanır. Döndüğünüz yer artık eviniz değil ruhunuzdur. Dolayısıyla orada karşılaşacağınız manzara henüz hazır olmadığınız bir hakikat barındırabilir. Port ve Kit’in de hikayesi roman boyunca böyle cerayan ediyor. Fas’ın etrafında dolaşırken esasen kendi ruhlarına doğru yolculuk yapıyorlar. Birbirini aslında hiç tanımadıklarına şahit oluyorlar. Yabancılaşan her çift gibi zamanla birbirlerini ne kadar sevip sevmediklerini tartmaya başlıyorlar. Aşk anlamsızlaşıyor, nedenleri ve manası da boşluğa düşüyor. Paylaşılan zaman paslaşıyor, anlar değersiz gibi görünüyor. Bu da onları arayışa sürüklüyor zamanla. Onlarla birlikte Fas’ı gezmeye gelen arkadaşları Tunner, örneğin bu denklemin şüpheli ucu oluyor. Kit, bir noktada sonra Port’ta görmek istediği yansımaları Tunner da görüyor. Bu yansıma da ideal bir imgelem arıyor. Port ise, Kit’te bulamadığını çölün ortasında yabancı kadınlarda arıyor. Her yönsüz arayışta olduğu gibi eksiklik asla tamamlanamıyor elbette. En nihayetinde birini sevmek için neden aranmaz hakiki aşk doğrudan olandır bir yerde. Sanırım insan en büyük vurgunu, tanıdığını sandığı kişiyi aslında hiç tanımadığını fark ettiği anda yaşıyor. Zaten yanlış bir hayatta her şeyin normal gibi göründüğüne inanmak kendimize söylediğimiz en büyük yalan. Onlar da roman boyunca bu sert hakikatle yüzleşmek durumunda kalıyorlar.
Üstelik bazı zamanlar sıkıntı bir bavul gibi yanınızda gelebiliyor. Kaçtığınız her neyse dünyanın en uzağında bile karşınıza dikilebiliyor. Kendilerinin bile cevabını bulamadıkları bir sıkıntıyı bavullarının içerisine sıkıştırıp yollarına devam ediyorlar. Port ve Kit’in yolculuklarının sürekliliği gittikleri her yerin onlara aynı gelmesi de bu yüzden. New York’tan kaçtıkları her neyse Fas’ta da peşlerine takılmıştır. Bununla beraber Kit ve Port’un dünyada kendilerine doğru yaptığı seyahatler bir noktadan sonra varoluşsal bir kriz dönüşüyor. Sahra’nın etrafında, kum fırtınaların tam ortasında ölüm ve yaşam üzerine derin bir teffekür içerisine giriyorlar. Dünyanın hâkimi olduğunuzu sandıkları anlarda yaşamın nasıl da bitmez, tükenmez sonsuz bir döngü gibi göründüğü yanılsamasına kapılıyorlar. Şayet tüm bu amaçsızlık, aidiyetsiz melankoli sonsuzluğa dönüştüyse yaşamın anlamı nedir? Ölüm hayatın bir parçası ve onu anlamlı kılıyorsa onun varlığı olmadan geleceğin bir kıymeti kalmış mıdır? Ünal Nalbantoğlu’nun dediği gibi” Ölümün kavranamaz oluşu, yaşamın en büyük tutkusu”. Port ve Kit’in düştükleri ikilem de bu bir anlamda. Nihayetinde hayatın her anının biricik, tekrar edilmez ve bir o kadar da kırılgan olduğu bir yerde; sonsuzluk ancak porselenden bir yanılsama olabilir. Ölümün çarpıcılığı da beklenmedik, ani oluşunda zaten. Modernizmle birlikte bastırılan, unutturulan bir hakikat. Yüzleşilince anlaşılan bir ağırlık. Tıpkı Port ve Kit’in hikâyesine düşen ağırlık gibi.
Varlık, hiçlik ve nihilizm 1950’li yıllar boyunca gerek sinemada gerekse de edebiyatta sıklıkla tartışılan tema olmuştur. İkinci Dünya Savaşı sonrası Avrupa’nın ahlaki ve normatif değerlerin alt üst oluşu, ekonomik büyüme bireyi bir anda bu türden ontolojik krizlerle baş başa bırakmıştı. Yönsüzlüğün içerisinde, amaçsızca gezinen, tüketen ve kendi küçük medeniyetinin kralı sanan bir tipoloji ile karşı karşıya kalmıştık. Bireyin çöküşü bu noktada onları farklı coğrafyalarda anlam arayışına sürüklemişti. Fas -özellikle de Tanca- bu sebeple hem Beat kuşağının hem de Bowles gibi isimlerin uğrak noktası, varoluşa dair sorgulamaların yapıldığı bir yere dönüşmüştü. Dolayısıyla Paul Bowles’ın romandaki karakterleri de biraz bu tarife uyanlardan. Romanın kahramanları Rimbaud’un nedensiz kaçışları gibi sürekli hareket halinde, çöken medeniyetten, karmaşadan kaçıp modern dünyadan uzakta çölün ortasında huzuru ve manayı arıyorlar. Bulabildikleri ise kum fırtınaları arasında huzursuzluğun başkenti oluyor. Bowles, karakterlerinin sırlarını çok da açmadan onları yaşadıkları yabancılaşmanın, kayboluşun anlarına odaklayarak bizlere anlatıyor. Kendilerinden bu denli uzak olan karakterlerin geçmişleri bu yüzden kitap boyunca silik görünüyor. Davranışlarının tutarsızlığı, arayışlarının asla sonlanmayacak olması da onların yersiz, yurtsuz ve benliklerin giderek çöl tozuna karışmasından kaynaklanıyor bir yerde. Bu noktada Bowles bir adım geri çekilerek olayları anlatıyor. Yaşanması gerekenle yaşanıyor böylelikle. İçerisine düştükleri boşluğun çıkabilmenin bir kılavuzu, pusula yönsüz, tünelin ucu ışıksızdır.
Esirgeyen Gökyüzü, hakiki bir aidiyet sağlayamayan, iletişimleri, hayatla bağları kopmuş iki yabancıya dönüşen içerisine düştükleri varoluşsal krizi gideremeyen, kayıp evi çölün ortasında inşa etmek isteyen bir çiftin melankolik öyküsü, bir nevi “Çölün ortasında kendine acıklı bir Batı kalesi kurma çabası” Sarının tüm renkleriyle çölün ortasında içilen son çay, yazgısı yarım kalmak üzere olanların hikayesi. Yani çöl her şeyi alıp götürmeyecek…
edebiyathaber.net (13 Haziran 2021)