Çocuklar için uzun bir yaz tatili birkaç gün önce başladı. Fakat gelir adaletsizliğinin yansıması sonucunda benzer şekilde tatil yapamayacaklar. Bir kısım çocuk deniz, güneş, kum üçgeninde gününü gün ederken bir kısmı evinde televizyon, tablet/bilgisayar karşısında zaman öldürecek. Daha şanssız olanları ise oto sanayi sitelerinin yolunu çoktan tuttular bile.
Yine yoğun geçen bir eğitim-öğretim yılının ardından tatili, dinlenmeyi en çok onlar haketti. Diledikleri gibi eğlensinler, gezsinler, oynasınlar. Fakat geleceklerini aydınlatacak olan kitapları da unutmasınlar. Çok gezen mi çok okuyan mı bilir gibi kısır tartışmaların içine düşmeden hem gezsin hem okusunlar. Bilginin sonu, eğitimin zirvesi yok. Bu dipsiz dünyada boğulmadan yol almaları, iyi bir geleceğe tutunmalarını temenni etmekle birlikte hayallerinin gerçekleşmesi için de var gücümüzle çalışmaya devam ediyoruz.
Seyahat edemiyorum, denize gidemiyorum, hiçbir yeri göremiyorum diye hayıflanmasınlar sakın. Elma Çocuk gidilecek, görülecek yerleri önlerine getiriyor çünkü. Kültürel Miras Serisi’nin dördüncü kitabı “Köşe Bucak Safranbolu” gidip göremeyen çocukları gitmiş görmüş kadar yapacak bir kitap.
Pelin Güneş’in yazdığı, Pervin Özcan’ın resimlediği kitapta; başkarakterimiz Cem adlı dördüncü sınıf öğrencisi bir çocuk. Annesi perili köşkleri hayata döndüren bir mimar. Ve bu perili köşklerden birini daha hayata döndürmüştü ki bu kez de Safranbolu’daki bir konak için çağrıldı. Cem ise annesinin, işini bu denli sevebilmesine bir anlam veremiyordu. Sonuçta terk edilmiş, viran durumdaki evlerdi çalıştığı yerler. Tuvalet pencerelerine yuva yapmış baykuşlar, tavanlardan sarkan örümcekler, saklanmış yarasalar, sağa sola saçılmış eski fotoğraflar, küflü sandıklar ve daha neler neler…
Cem, her ne kadar bu defa annesine eşlik etmek istemese de annesi Safranbolu’nun büyülü dünyasını çok seveceğini söyleyerek ikna etmiştir onu. Yazar, okurlarını selamlarken “Safranbolu’yu ilk gördüğümde ‘ne kadar farklı bir yer…’ diye düşünmüştüm. Masal kasabası gibiydi. Kırmızı çatılı, ahşap panjurlu, pencerelerinden sardunyalar sarkan, avlusunda leylaklar ve türlü türlü ağaçlar olan evlerine hayran kalmıştır. Daracık sokakların görkemli konakları sakladığı, sessiz, sakin, kendi halinde bir kasaba Safranbolu” demiş. Ki bu söylediklerine, Safranbolu’yu görüp de katılmayan yoktur sanırım.
Dönelim tekrar Cem’e. Safranbolu’ya geldiğinin ertesi günü Salim’le tanışır Cem. Yaşları yakın ve ilgi alanları benzer olduğu için hemen kaynaşıp arkadaş olurlar Cem ve Salim. Sonrasında da serüven başlar. Salim bir yandan da ‘safran’ın ne denli kıymetli bir bitki olduğu, nerelerde kullanıldığı hakkında bilgileri alıyor okurlar. Bu noktada şunu belirteyim ki gerek safran gerekse de Safranbolu ile ilgili anlatılması gereken teknik bilgileri de kurguya çok iyi bir şekilde yedirmiş yazar.
Okurlar kasabayı tanırken Hatçe Teyze’nin yenileme yapılan konağının duvarında bir çekmeceye rastlar Cem’in annesi. Çekmecenin içinden çıkan keselerdeyse yüz yıl öncesinden kalan safran… Yüz yıllık safranın değerini anlatmaya kalkışmayalım fakat peşine hırsızların hemen düştüğünü belirtelim. Peki, kim bu hırsızlar, nereden geldiler diye düşünürken kitap akıp gidiyor işte. Olaylar akıp giderken fonda görülen Cam Teras, Cinci Hamamı, Davutobası Köyü, Safran Film Festivali de kasabayı gidip göremeyenlere kasaba hakkında bilgi veriyor.
Hırsızlara ne oldu derseniz, iyilerin kazandığı bir dünya her zaman umudumuzdur diyerek orayı noktalayalım.
Çocuklar, kısır tartışmaların içine düşmesin dedim fakat düşünmeden de edemedim kitaptan sonra. Bunda yazarın anlatım becerisinin de etkisi var tabi ki. “Çok gezen mi bilir Safranbolu’nun güzelliğini yoksa bu kitabı okuyan mı?” Yanıtı bende olmayan bir soruyla ve çocuklarımızın gönüllerince geçirecekleri bir tatili dileyerek bitiriyorum yazıyı.
Mehmet Özçataloğlu – edebiyathaber.net (20 Haziran 2016)