İnsanın hayatın anlamına dair soruları, kriz ve yıkım dönemlerinde daha çok artıyor. Bu konudaki metinlerin dünyanın böylesi dönemlerinde ortaya çıkması da tesadüf değil. İnsan tanrı olmak istedi, bir anlamda başarılı da oldu ancak insanın tanrısallığı kendi türünü iyi bir sona çıkarmadı. Çünkü insanın dünyaya her hâkim olma girişimi daha çok savaş, daha çok eşitsizlik, daha çok yokluk getirdi. Belki şu an yaşadığımız olumsuzlukların sebebi de insanın tanrılığının yaşadığı bocalamadan kaynaklanıyor. Türümüz iyiye doğru gideceğini düşündükçe hırçınlaşıyor, kendi eliyle ürettiği sistemlerin esiri hâline geliyor. Doymak bilmeyen kapitalizm, genellikle savaş sanayisine yarayan bilimsel gelişmeler, hızlı iletişim, hızlı yemek, hızlı hayat tüm bunlar durup düşünmeden sürdürülen bir yaşama çıkardı yolumuzu… Ve hayatta kalma kaygımız, yaşamanın önüne geçti. Yetişmeye çalıştığımız yaşam hızı, hırslarla birleşince insanın kendine dair düşünüşü sekteye uğradı. Kendi varlığını sorgulamayan, kendilik kaygısı hissetmeyen insan, denetimini onun yerine düşünebileceğini varsaydığı politikacılara, patronlara, bilimcilere bıraktı. İnsanın bu denetimli hâle gelmiş, varolduğu doğadan kopmuş hâli çokça da sorgulandı aslında ancak bu sorgulamalar pratikte pek olumlu sonuç getirmedi.
Tarkovsky’nin 1986 yapımı “Offret (Kurban)” adlı filmi, yaşama ve insanın bugününe de dokunan pek çok sorgulama içerir. Filmin başkarakteri Alexander’ın yaşamı sorguladığı sahne ise aslında bahsettiklerimize epey gönderme yapar; “insan hep başkalarına karşı savundu kendisini, başka insanlara, doğaya karşı. Durmadan doğaya karşı güç kullandı sonuç: güce, şiddete, korkuya ve bağımlılığa dayanan bir uygarlıktan başka değil.” İnsan türü Neolitik Dönem itibariyle doğaya karşı elde ettiği gücü tüm yaşamına yaymak istedi belki de. Elde ettiği iktidar onu korkusuz yaptı. Canetti’nin yerinde ifadesiyle de: “İnsan artık hiçbir şeyden korkmayınca, ne kadar da bayağılaşıyor.”[1] Korkularını kaybettikçe, dünyanın tüm gizemini ortaya çıkarmanın peşine düştükçe, hep daha fazlasını isteyip kendi dışında kalan türlere yaşam hakkı vermedikçe ve bunun sonsuza dek böyle sürüp gideceğini sandıkça yanıldı, yanıldıkça hata yapıp geri dönemeyeceği bir yola girdi. Belki de biraz olsun korkusu olmalıydı insanın, doğanın her zaman aynı olmayacağını, toprağın bir gün elini üzerinden çekip, ona bereketini sunmayacağını kavraması için. Hayvana ve dünyanın egemeni dışında kalan halklara zulüm etmenin iyi bir şey olmadığını fark etmesi için. Ama o “korkusuz” oldu. Kendini tanrı hissetmek istedi ve “bayağılaştı”.
Şöyle devam eder “Kurban” filminde, Alexander; “Bir de gücü korumak için gereken şiddet araçları; vahşiler gibiyiz. Mikroskobu cop gibi kullanıyoruz. Hayır, yanlış vahşiler maneviyata daha çok önem veriyor.” Tarkovsky sineması özelinde düşündüğümüzde, maneviyat daha çok tanrı ve inançlarla ilgili kullanılır ancak maneviyat sadece dinle ilişkili değildir. Maneviyat bizim, doğayla, yaşamla, kendi içimizle kurduğumuz bir ilişki biçimini de çağrıştırır. Bizim bir nesne olmadığımızın, anlamımızın sadece maddesel olmadığının da göstergesidir. Çünkü insanın kendince inançları, ritüelleri olması, onun başka ile kurduğu bağ için de önemlidir. Ayrıca insan, bedeni ve ruhuyla bütündür, bedeni ve ruhu ayırmak insanı bir makine gibi görmek olur. Ancak, insan kendisini icatlarıyla, bilimsel ve felsefi karayışlarıyla bir nesneye dönüştürdü. Korkusuz, maneviyatsız bir varlık haline getirdi ve artık maddeydi, duygusuz bir robottu. Amacına uygun kullanıldığında çok işine yarayacak bir alet, örneğin; teleskop onun elinde bir “copa” dönüşüyordu. Çünkü Tarkovsky’nin karakterinin başka bir cümlesinde ifade ettiği gibi son süreçte durum şu: “Olumlu bir bilimsel buluş mu yaptık onu hemen kötülüğe alet ederiz.”
“Tanrım bu laflardan bıktım artık; kelimeler, kelimeler, kelimeler!” diye devam eden Alexander’ın bu cümlesi de bize bir şeyler anlatıyor. Dünyanın tüm metinleri; filmler, kitaplar, düşünürler, teoriler ve hâttâ kutsal kitaplar türümüze dairdi. Ama ne denirse tersi oldu. Söylenen her cümle bir süre sonra klişe haline geldi. Yukarıda yazdığım her cümle yüzlerce kere başka şekilde kuruldu. Ama hiçbir anlamı yoktu, yolumuz dönüp dolaşıp hiçliğe çıktı. Çünkü bunları yazarken dışarıda yeni bir savaş başlıyordu ve dünya, varlığı yöneticilerin elinde oyuncak olmuş, hiçbir şeye müdahale edemeyen kayıp bir insanlığın elinde belirsiz bir sona doğru gidiyor çünkü Adorno’ya atıfla yanlış bir dünyada, yanlış bir türle doğru yaşanmıyor.
Emek Erez – edebiyathaber.net (16 Nisan 2018)
[1] Canetti, E. (2017), “Sinek Azabı”, (Çev. Necati Aça), s.72), İstanbul: Sel Yayıncılık.