Kapkaranlık bir oda. Hiçbir şey seçilmiyor. Rutubet kokusu baş ağrıtan cinsten. Neredeyim ben?
Temkinli bir şekilde ayağa kalkıp birkaç adım atıyorum. Bir şeye çarptım. Bir masa olmalı. Üzerinde kitaplar var; bir tanesini alıp sayfalarını çeviriyorum. Rutubetten kaskatı kesilmiş yaprakları karıştırdıkça toz ve küf kokusu buram buram yayılıyor odanın dört bir yanına.
Masayı elimle yoklamaya devam ediyorum. Birkaç karışta bitiyor masa. Derken, bir şamdan buluyorum. Üzerinde bir mum. Ateş olmalı ceketimin cebinde. Nerede bu? İşte buldum! Elimi atmamla yere düşüyor çakmak. Eğilip masanın altını yokluyorum. Büyükçe bir vazo, kurumuş yapraklar. Elime bir diken battı! Hay aksi, zaten her şey üst üste gelir.
Israrlı çabamdan sonra nihayet buldum çakmağı. Tam kalkıyordum ki kafamı masaya çarptım. Bir şey düştü yere, kırıldı. Camdan bir şey, sesinden belli.
Aceleyle mumu bulup yaktım. Önce kırılan cam çekti dikkatimi. Bir sırça kuş. Gövdesi ve başı paramparça olmuş, yalnızca kanatları kalmış. Bu haliyle bile göz kamaştırıcı. Sanki bu odaya ait değilmiş gibi.
Odayı incelemeye devam ettim. Gözüme masanın dayandığı duvardaki eski püskü tablo ilişti. Kalın bir çerçeveyle örülü bir yağlı boya portresi. Kimdi bunlar? Şaşalı kıyafetler içinde bir kadın bir erkek. Yüzlerinde ciddi bir ifade. Sanki gözlerini dikmiş, karşı duvara bakıyorlardı. Merakla arkama döndüm, bir ayna gördüm. Üzerine bir şeyler yazılmış; ama ışığım aydınlatmaya yetmiyor. Şamdanı elime alıp aynanın önüne doğru birkaç adım attım. Koyu kırmızı renkte büyükçe yazılmış bir yazı: “Gitme vakti.”
Bir süre yansımamla yüzleştim. Kirli sakalım, yorgun göz altı torbalarım, dağınık saçlarım ve cılız yüzüm bir yabancıya aitti sanki. Bu, ben olamazdım. Yüzüm giderek ifadesizleşiyor, duygularım birbirine karışıyordu. Derken, ensemde soğuk bir nefes hissettim. Hareket dahi edemedim, rüzgar olduğunu düşünerek kendimi rahatlatmaya çalıştım. Ardından bir el hafifçe dokundu omzuma. Bedenim tepeden tırnağa buz kesmişti. Şamdanı tutan elim titriyor, yüreğim sanki ağzımda atıyordu. Gözlerimi kapattım, ne aynaya ne de geriye dönüp bakmaya cesaretim vardı. Odada benden başka kimse yokken aniden beliren bu yabancının bana bir şeyler söylemesini bekliyordum.
Eriyen mumdan birkaç damla yere damladı. Alev sönmek üzereydi ki şamdanı güçlükle doğrulttum. Derin bir nefes alıp soluma döndüm. Hiç kimse yoktu. Camları siyaha boyanmış bir pencere dikkatimi çekti. Koşar adım açtım pencereyi. Kuvvetli bir rüzgâr söndürdü mumun ışığını. Kafamı uzattım, uzaklarda bir sokak lambası var gibi. Loş bir ışık süzülüyor buraya doğru.
Bir cesaret, attım kendimi dışarı. Dizlerimin üzerine düşmüştüm. Ellerimden destek alıp bedenimi doğrulttum. Çimler ıslak, ya yeni sulanmış ya yağmur yağmış. Ayağa kalktım. Koştum. Paçalarımda ıslaklığı hissediyordum. Kendimi hiç bu kadar özgür hissetmemiştim. Sanki her adımımda biraz daha yükseliyordum yerden. Yüküm giderek hafifliyor, loş ışık kuvvetlenerek ruhumu içine çekiyordu ta derinden.
Hiç durmadım, yorulmamıştım da. Yalnızca koştum, içimi aydınlatan ışığa…
Egemen Büyüktanır – edebiyathaber.net (17 Ekim 2015)