Türk edebiyatına dışarıdan bakmanın yararlı yanları olduğunu düşünürüm. Uzakta duruş, neyin nerede nasıl yapıldığını görebilme ufkunu veriyor insana. Doğu ile Batı arasında sıkışıp kalmış bir ülkenin aydını, yazarı, düşünürünün aşamadığı bir gerçekle hep yüzleşiriz. Yaşama tarzı neredeyse özenilen Batı ile eş, ama düşünme/yaratma biçimi ne kendisinin ne de özenilenin rengini içerir. Nereden bakılırsa bakılsın bir ‘şarkiyatçı’ duruş, bakış egemen. Yazılıp edilenler, bunlar üzerine edilen sözlerin arkasında önünde duran bu. Kimsenin bunu sorguladığı ettiği de yok. Üstelik, birçok yeni yeniden keşfetmenin ne anlama geldiği de kimseyi ilgilendirmiyor.
Dışardan bakmak. Türkiyeli aydının, yazarın temel sorunu bu. Bunu yapamaması. Burada şunu gördüğümüzü söylemek isteriz: hep kendi ekseninde dönen, yani kendi köyünden çıkmayan insanın dünyanın merkezini orası sayması gibi bir durum.
Sahte bir duruş, hiç de inandırıcı olmayan bir bakış.
Bunun bir başka alt katmanına inmek istemiyorum. Söze, dilerseniz, şuradan başlayalım:
“Güzel oluşum benim edebiyat dışı avantajım.”
Bunu söyleyen, ülkenin önde gelen şair yazarlarından biri, Murathan Mungan. Narsizmin dik alasını yaşayan/yaşatan bir yazarın söylemi salt bu değil. Güzele karşı olmamalı, ama bunu yaratılan bir ürünün önünde duran bir ‘ben’/ ‘yüz’ güzelliğiyle açıklamak, ya da oraya böylesine bir bakışla ulaşmak…
Bu konuşmaya devam edelim, isterseniz. Türkiyeli bir yazarın hayata, edebiyata, kendine ve yaratısına bakışı için ilginç görüşlerin dile geldiğini görüyoruz. Ne yanından bakarsak bakalım, Mungan’ın dile getirdikleri geneli yansıtmasa da, çizdiği profilin içinde çok yabancı durmaktadır.
Şu sözlerine bir göz atalım:
“Bazı insanlar sahip olamadıkları için ya da akıl edemedikleri için ya da çok eski mitolojilerin tutsağı oldukları için, daha da önemlisi yaptıkları işe inanmadıkları için benim çok yazmama, çok satmama burun kıvırıyorlar.”
Bunun ardından bir başka yazara göndermesinde ise şunları söylüyor:
“Bizim yazarlarımızın en büyük eksiği psikoloji ve psikiyatriyle çok fazla ilgilenmiyor olmaları. Dolayısıyla kendileriyle ilgili çok fazla açık veriyorlar konuştuklarında. Terapistleriyle konuşacaklarını gazetecilerle konuşuyorlar.”
Mungan’ın bu söyleşideki** (monolog demek daha yerinde) üslubu, dile getirdikleri Türkiyeli yazarın/aydının duruş yerini açımlayacak düzeydedir. Birçok katmanda okunabilecek söyleşide dile getirilenler şizofren toplumun hezeyanlarını yansıtmaya uygundur. Bir yerde sıkışıp kalmış yazarın şu ifadesine ne demeli:
“Benim en büyük başarım Türkiye gibi her tarafını mezbahaların kapladığı bir ülkede iyi bir insan kalmış olmamdır.”
“…bu çağın belli gramerleri var, medya çağında medya yokmuş gibi yapmak ahlâksızlıktır.”
“Starlık gözlerdeki kırılganlıktır. Çocukluğunda kimsenin yara almadığı yerinden yara almış insanlar star olur.”
“Yazar olmasaydım vahşi hayvan terbiyecisi olurdum.”
Daryush Shayegan’ın deyimiyle, “Batılılaşma ve İslamileşme” arasında kalmış bir toplumun yazar profilini burada görebiliriz. Edinilen üst-kimliklerin diliyle konuşarak yazıp ürettiğini bir ‘meta’ gibi öne süren, bunu gerçekleştirirken de yüzün ve bedenin diliyle konuşan bir duruş… Edilen sözlerin anlamı da bu ‘ben’de olan ‘başka’larında yok demenin ayıbını taşıyor aslında. Egonun gücüne sığınarak güçsüzlüğün dilinin kapılarını açıyor yazar.
Oradaki duruşunun anlamını kavrayabilecek bir söylemin çok ötesinde. Yani, şunu demek istiyorum: “Yaralı Bilinç”ten söz ederken, yaranın izini yitirmenin rehavetini yaşamak. Eğer, yazmak acının sağalması, yaranın kabuk tutması ise; o halde Mungan’ın yazdığının önünde bu denli durmasının anlamı ne? Bunun ve bu gibi çıkışların eleştirisini getiremeyen bir edebiyat ortamıyla yüz yüzedir Türkiyeli edebiyat insanları. En azından bunun düşünürü, yazarı, eleştirmeni de rehavet içindedir.
Tarihsel dönüşümün sağanağına tutulmuş Türkiyeli aydının Avrupa Birliği’ne girelim mi girmeyelim mi gibisinden tartışmalara uzak duruşunun bir yanı da buna eş aslında. Modernleşememe sancısını çeken bir toplumun iğreti duran edebiyatını ayaklandırma yolu da AB’den mi geçecek diye sormak isteriz. Belki de bunun en iyi yanıtını gene star yazarın sözlerinde bulabiliriz.
Dilerseniz, son olarak, bu ‘monolog-söyleşi’nin bir başka ucuna geçelim, yazarın yeni ve ilk romanı Yüksek Topuklar için gazeteci Ayşe Arman’la yaptığı söyleşinin***alt katmanlarına uzanalım:
‘Mono-söyleşi’ söyle açılır: “MM Yüksek Topuklar’la geliyor.” Gelenin kim olduğunu anlamanız için bir görüntü: bir kitaplıktaki masanın üzerine uzanmış yazarın yarı resmi, belden aşağısı, ayaklarında kırmızı topuklu ayakkabılar. ‘Hadise yaratacak’ bir roman üzerine konuşulmuş. Bunlara göz atalım kısaca:
“Kitapta da yılansı bir dil var ama bu benim kalbimin kötülük duygusundan çektiğim su değil, zekamın kıvılcımı.”
“Solculuğumun o günlerinde kendime uyguladığım cinsel perhizi hayatımın sonuna kadar unutmayacağım. O işkenceyi bana kimse ödeyemez.”
“Yani benim yazarlığım serin bir yazarlık değil. Hep büyük laflar söyleniyor yazarlar ve kitaplar hakkında. Oysa ben itiraf ediyorum, bu kitabı insanlar eğlensin diye yazdım! Yanlış anlaşılmalara çok müsait yerleri olduğunu biliyorum. Ben kendi kafamdaki ideal okur profili için elimden geleni yaptım.”
Yazarın edebiyat dışı duruşunu bir avcıya da benzetebiliriz. Yazar/avcı, okur/av. Yabansı bir duruş. “kış ruhu”ndan bir türlü uyanamayan toplumun sanrılı duruşunu yansıtır Murathan Mungan. Sonuçta bu toprağın, bu dilin bir ürünüdür o yazar da. Ama yazarlığını iyi çalışmış mı? İşte asıl sorun burada. Kimsenin kimseyi sevmediği bir edebiyat ortamında, dönüp de bunu yazıp eden yok nedense!
Ne dersiniz, Türkiyeli yazarın/aydının duruşundaki ürkekliğin dilini henüz kimse çözemedi mi? Öyle ya, ‘yaralı bilinç’ten ‘kış ruhu’na giden yolun taşları bile döşenmiş değil bu ülkenin entellejiasında.
Murathan Mungan’ın bu ‘mono-söyleşi’lerinin daha çok, hem farklı alanlarda, farklı yazarlar katında sürüp duracağını düşünüyorum.
Uzaktan durup bakarken gördüklerim de bunlar. Bilgi ve dil arkeolojisinin derinliğine dönemeyen bir yazarın trajedisini görmek, okumaktan daha da beter bir durum. Mungan’ın, ötedeki dil’iyle kopuşunun, kendini tüketişinin bir başka anlamı da yok. Shayegan’ın deyimiyle söylersek: güdük bir modernlik anlayışı yaratıcının dilinin arkeolojisini de bozuyor. Aidiyet duygusunu yitiren bir yazarın yeni bir dil yaratması mümkün değildir. Mungan bunun tipik bir örneğidir Türkiyeli yazarlar katında.
Bilmem hatırlatmaya gerek var mı: Yaralı bedenin diliyle konuşmak da bu olmamalı. Bunu da bir başka yazıda anlatmalı en iyisi.
______
(*) Bu yazı kullandığım “Feyruz Kadem” takma adıyla 2002’de internette bir dergide yayımlanmıştı. Sanırım çok şeyin değişmediğini bize anlatıyor söylenenler! O nedenle yeniden yayımlama gereğini hissettim.
(**) Ahmet Tulgar, “Murathan Mungan ile Söyleşi”, Milliyet Pazar, 02 Aralık 2001
(***) Ayşe Arman, “MM Yüksek Topuklar’la Geliyor”, Hürriyet Pazar, 05 Mayıs 2002
Feridun Andaç – edebiyathaber.net (20 Ekim 2020)