Son yıllarda yaratıcı yazarlık atölyelerinden geçilmiyor. Bir faydası oluyor mudur, katılmadığım için bilemiyorum. Ama hapishanelerin sürekli yazar yetiştiren yazın akademisi işlevi gördüğünü biliyorum. Şöyle bir bakalım mı, kimler mezun olmuş bu hapishane akademisinden? Türkçe edebiyatın önemli yazar ve şairlerinden birçoğu hapishanelerden mezunlar. Nazım Hikmet, Sabahattin Ali, Orhan Kemal, Kemal Tahir, Kerim Korcan, Enver Gökçe, Ahmet Arif, Can Yücel, daha yakın döneme gelirsek Nevzat Çelik, Yılmaz Odabaşı ve diğerleri…
Peki dışarıda yaratıcı yazarlık atölyelerinden mezun olmuş bir tek tanıdığımız özgün yazar var mı? Araştırabildiğim kadarıyla özgün yazarlar atölyelerden değil, hayatın içinden çıkarlar. Bazen yazan arkadaşlara rastlıyorum, şu atölyedeyim, bu atölyedeyim diyor. Atölyeleri, söyleşileri küçümsemiyorum ama eğer kendinize ait özgün bir hikayeniz yoksa, sadece kitap okumayla yazar olunmuyor. Önce özgün bir hikayeniz olmalı…
Duvarları aşmak…
Hapishanelere dair 2003’ten beri yazın alanında projeler gerçekleştirdik. Bu projelerden biri de hapishanelerde yazılan ürünlerin yayınlanmasıydı. Bu kapsamda birkaç kitap yayınladık. Şiir, öykü, deneme, karikatür ve mektuplardan oluşan kitap çalışmalarına ilgi yoğundu. Toplam 100’e yakın hapishaneden yüzlerce mahpus yazan ürününü gönderdi.
Eski bir mahpus olarak projenin yayın editörlüğünü yaptım. Daha önceleri ihmal edilip, görmezlikten gelindiği için önemli bir ihtiyaca cevap olmaya çalıştık. Duvarların arasına sıkışmış edebiyat birikimini dışarıyla buluşturmak projenin amaçlarındandı. Bu vesileyle birçok mahpus yazarla yazışma imkânı buldum. Mektup ve yazıları okuyup cevap olmak çalışmanın en zor yanlarından biriydi. Dışarıya dair sitem dolu mektuplar aldım. Belli ki bu konularda sıkıntı çeken bir mahpus kitlesi var içeride. Mahpus koşullarında okuyup yazmalarına rağmen, dışarıdaki yazar ve yayıncıların yeterince ilgi göstermediklerini dile getirenler oldu. Hatta daha ileri giderek, dışarının bu duyarsızlığını, adı konulmamış bir ‘sansür’ olarak değerlendirenler de vardı. Dışarıdaki bu ilgisizliği gidermek için, içeride yazanla dışarıdaki yazarı ‘mektup arkadaşı’ yapabilmek için girişimlerimiz oldu. Ama dışarıdaki yazanlarda yeterince karşılık bulamadığını söylemem gerekiyor. İçerideki mahpus yazan dışarıda yazan ile arkadaş olamadı. Çok az sayıda yazar mektup yazabildi içerideki yazara.
2006’da yayınlanan kitaplarımızdan birinin adı de Hapiste Yazmak’tı. Hapiste yazan 15 mahpus, yazar içeride yaşadığı sıkıntıları anlattı. Hapiste yazmanın zorlukları üzerine bir kitap oldu. Hapishane normalde yasaklar ve imkansızlıklar ortamıdır. Hapishanede denetleniyorsunuz. Bu denetim ister istemez oto sansüre neden oluyor. Yazılan yazı acaba idarenin denetim kurulundan geçer mi kaygısı her daim düşündürür yazarı. Hadi diyelim içerideki sansürü aştınız. Yazınızı nereye göndereceksiniz? İçerinin sansüründen sonra bir de dışarıdaki aşamalar var. Dışarıdaki basın-yayın kurumları bir başka sorun. Buna da sansürün dışarı kısmı diyelim. Bu ülke düşüneni ve yazanı sevmez pek. Hele mahpusu hiç sevmez. Normalde hapishaneler bir toplumun lanetli yerleridir. Biz solcular buna pek inanmak istemeyiz ama toplumlar aklını bu yönde işletir. Zaten orada bulunanlara destek vermeyerek, yaşanan olumsuzluklara duyarsız kalarak tavrını hayata geçirmiş olur.
Dışarının sansürü bir mahpus için çok şeydir. Çünkü yazdıklarının yayınlanacağı ve kendini ifade edebileceği tek yer dışarıdaki basın-yayın kurumlarıdır. Bunların hapiste yazana ilgisizliği demek, ‘yumuşak sansür’ anlamına gelir. Şu an bile bu yumuşak sansür dediğim duyarsızlıklara sitem eden bir çok mahpusta yazan var.
Bilene fakültedir mahpushane köşeleri
Hapiste yazanlarla yazışmalarım sonucunda edindiğim bazı izlenimlerimi paylaşmak isterim. Şu an hapiste yazanlar, dışarıya rağmen yazıyorlar. Dışarıda yazan, çizen ve yayıncı çevrelere haksızlık etmek istemem ama reel durum budur.
Bana yazılan mektuplarda acılı şeyler okudum. Dosyaların yayınevlerinde kaybolmasından tutun da mektupların cevapsız bırakılmasına kadar bir yığın sitem. Mahpusların mektupları daha önceleri de cevapsız bırakılırdı ama bu son yıllarda cevapsız mektupların sayısı daha da arttı. Mektup deyip geçmeyin. Bir mahpusun çok şeyidir. Hapiste yazmanın mektupla başladığını söylemem lazım. Önce mektup!
Bazen “Hapishanelerden eskisi kadar edebiyatçı çıkmıyor” diyenler oluyor. Doğru değil, belki sayıları henüz fazla değil ama varlar; roman, öykü ve şiir yazan yeni kuşağın öne çıkan isimlerinden Hüseyin Kıran, Mehmet Taşdemir, Haydar Karataş, Sibel Öz, Cafer Solgun, Yalçın Hafçı istikrarlı biçimde özgün eserler vermeye devam ediyorlar. Belki henüz ismini duyamadığımız başka mahpus yazarlar da vardır. Ama bundan sonra daha fazla yazan ve yeni eserlerle karşılaşabiliriz. Zira hapishaneler hiç bu kadar hareketli olmamıştı. Sırası gelenin mahpus olduğu zamanlardayız. Üstelik dışarının bunca duyarsızlığına karşın yazmamak mümkün değildir.
Toplumların tarihinde, önemli edebiyat eserleri büyük alt-üst oluşların yaşandığı dönemlerde ortaya çıkar. Dünya edebiyatı bunun örnekleriyle doludur. 19.yüzyıl boyu Rus edebiyatı, bize en yakın duran deneyimlerdendir. Rus klasikleri, o büyük toplumsal dönüşümün ardından geldi. Yine bu edebiyatı yaratanlar kendi dönemlerinin iktidarlarından baskı görmüş ve hapishanelere atılmışlardır. Nasıl Yapmalı’nın yazarı N. Çernişevski, kurşuna dizilmekten son anda kurtulan Dostoyevski Sibirya’da hapis edilmiştir. Sibirya da ki hapisliğini anlattığı, “Ölüler Evinden Anılar” romanı Dostoyevski’nin yazarlık yaşamında bir dönüm noktası olduğunu edebiyat araştırmacılarından okuyoruz. Diğer ülkelerin deneyimleri de buna benzer şeylerle doludur. En çarpıcı örnek ise Türkiye’dir. Türkiye’de toplumsal gerçekçi edebiyatta hapishanelerde kalmış yazarların çabası küçümsenmeyecek düzeydedir. Cumhuriyet dönemi Türkçe edebiyatın büyük bölümü hapishane kökenlidir; Nazım Hikmet, Sabahattin Ali, Kerim Korcan, Kemal Tahir, Orhan Kemal, Enver Gökçe, Ahmet Arif, Yılmaz Güney, Can Yücel ve daha birçokları. Nazım Hikmet en iyi şiirlerini, Kerim Korcan en iyi romanlarını hapishane yıllarında yazdılar. Şairi yazarı bol bereketli yerlerdir Türkiye hapishaneleri. Her dönem bol miktarda şair-yazar üretmiş bir hapishane tarihi var önümüzde.
Bu ilk kuşak dediğim yazarlardan önemli bir miras kaldı sonraki dönemlerde hapiste yazanlara. Moral ve esin kaynağı oldular. Moralin ne olduğunu en iyi hapiste yazanlar bilir. “Bilene fakültedir hapishane köşeleri” der bir mahpus sözü. O zorlu ve sıkıntılı mekânları fakülteye çevirmek zor değildir. Hikmet Kıvılcımlı böyle birisidir. 1930’larda Türkiye’nin yakın tarihine ilişkin 7 ciltlik Yol dizisini Elazığ hapishanesinde yazdı. Yine Kerim Korcan bu ilk kuşak içerisinde hapishanelerin en özgün yazarıdır. 12 yıl kaldığı Sinop hapishanesinde kendini edebiyata adar. “Tatar Ramazan”,“Linç” ve “İdamlıklar” adlı romanları bu dönemin ürünleridir. Kerim Korcam hapse düştüğünde ilkokul mezunu bile değildir. Bir şiirinde “İlkokulu bitiremeyen cahillerdeniz” der. Ama o Tatar Ramazan’ın yazarıdır. Kerim Korcan’la, vefatından birkaç yıl önce tanışmışlığım vardı. Arada bir Cağaloğlu’nda buluşup geçmişe dair konuşurduk. Bir gün kendisine; “Onca yıl hapislikten sonra geriye ne kaldı?” dediğimde çantasındaki kitapları gösterip, “Bu yazdığım kitaplar kaldı” demişti. Hapishanelere dair ilk bilgileri Kerim Korcan’dan almıştım. Sonraki yıllarda mahpus olup hapishane günlerim başladığında, hapishaneyi nasıl değerlendirmek gerekir sorusunun cevabı az buçuk vardı kafamda. Hapishanede bir mahpusun yapması gereken en önemli şeyin okuyup yazmak olduğunu Kerim Korcan’dan dinlemiştim. Hapiste okumanın ve yazmanın böyle bir arka planı vardı bende. Bazen dışarıda eski mahpuslarla karşılaşıyorum. İçeride okuyup yazanların hayata karşı daha sorumlu durduklarını gördüm. Her gün karşı devrimler yıkıp, devrimler yapan mahpusların çoğu dışarıda, hayatın içinde kayboldu gitti.
Edebiyat hapiste insanın ayakta kalmasına yarar…
Hapiste beni diri tutan şey ne özgürlük ütopyamdı ne de davaları için ölmeye hazır yoldaşlarımdı. Beni ayakta tutan şey, o güzelim kadim kitaplar oldu. Bazen edebiyat ne işe yarar derler. Edebiyat, hapiste insanın ayakta kalmasına yarar. Ne zaman kaçacak bir delik aradımsa kitaplara sığındım. Bir mahpusun hapishanede kaçtığı yer kara kaplı defteridir. Her mahpusun bir kara kaplı defteri vardır mutlaka. Bazen ‘Kendine ait bir oda’ yaratmak isteyen yazardan bahsedilir, oysa bir mahpusun kendine ait bir masası bile yoktur. Bazen defteri bazen de kalemi yoktur. Çünkü hiçbir şey ona ait değildir. Bir koğuş aramasında her şeyinize el konabilir. O günlerce, belki de aylarca yazdığınız defter elinizden alınabilir bir daha verilmemek üzere. Hapiste yazmanın zorluğu işte bu anlarda tüm şiddetiyle çıkar ortaya. Defterini ‘kaptırmayanlar’ anlayamaz bunun acısını. Bu yüzden dışarıdaki yayıncı kurum, içeriden gönderilen yazı, dosya, her ne olursa olsun, yayınlamasa bile kaybetmemelidir.
Hapiste yazan mahpus kardeşim; bu kadar duyarsızlığa rağmen nasıl yazmadan durabiliyorsun! Bu durum senin yazma nedenin olmalıdır. Yazmak denilen şey özünde destekle yürütülecek bir şey değildir. Dünyanın her yerinde yazarlar desteklere rağmen değil kösteklere rağmen yazmışlardır. Jack London’un Martin Eden’ini düşünün! Edebiyata, yazına gönül vermiş birisi her türlü zorluğu aşabilir.
Bu yüzden, yapılması gereken şey, her şeye rağmen yazmaktır!
Aytekin Yılmaz – edebiyathaber.net (15 Ağustos 2017)