İlk yazımda bahsettiğim yaratıcı yazı konusuna devam ediyorum. Yazı, yaratıcı yazarlık atölyelerinde değil düzenli olarak yaptığımız okumalarla öğrenilir. Yaratıcı yazarlık atölyeleri, bir metni farklı bakış açılarını görmek ve yazdıklarımızın bir ekip tarafından değerlendirilerek daha iyiye gitmesi için uygun yerlerdir. Sürekli ve planlı olarak yapılan okuma biçimleri bizi yazmaya ister istemez götürür. Günümüzde okur ve yazar sayısı artıyor, ancak okuma biçimleri çok da değişmiyor. Derinlikli eleştirel okumalarımızdan hareketle yazmaya gidebiliriz. Zamanla kendi yazdığımız metinleri eleştirebileceğimiz düzeye gelmeye çalışabiliriz. Okuma yaparken yazdıklarımızla okuduklarımızı karşılaştırabilir, metnimizin sorunlarını öncelikle kendimiz çözebiliriz. Okumadan yazmak imkânsız gibidir. Okuma ve yazma sonunda buluşur. Başlangıçta yetenek olabilir ama disiplinli biçimde çalışmak olmazsa olmazdır.
Öykümüz ne anlatıyor? Kaynağımız öncelikle hayatımızdır.Gözlemlerimizden hareketle seçimimizi yapmalı, hayatımızın aldığımız kesiti dışındaki fazlalıkları atmalıyız. Gerçek hayatın içinden, neyi anlatmak istiyorsak onu alıp yazmalıyız. Geriye bıraktıklarımız artık bir işe yaramaz. Ayrıntıları yakalamada gözlem gücümüz çok önemlidir, edebiyat ayrıntı sanatıdır. Çocukları örnek alabiliriz: iyi gözlem yaparlar, algıları açıktır, hayal güçleri zengindir, oyun kurgular ve sürekli hikâyeler uydururlar. Bir şeyi başka insanların fark etmediği ayrıntılardan hareketle en iyi biçimde anlatmaya çalışmalıyız. Herkes gibi görerek yazarsak yazdıklarımız sıradan olur. Yazımızı oluşturan dilsel öğeler bir araya gelerek izleksel bir bütün oluşturmalı. Hikâyemizi başka biçimlerde nasıl anlatabileceğimiz üzerine düşünmeli, yazma denemeleri yapmalıyız. Her şey öykü konusu olabilir, ama her şeye rağmen öykümüzün bir derdi olmalı. Bir de şu soruyu mutlaka sormalıyız: yazdıklarım yazmaya değer mi?
Raymond Carver, sıradan ilişkileri, durumları, eylemleri, kesitleri, ayrıntıları yazıyor. Herkesin gördüğü ama üzerine düşünmediği detayı hayattan çekip alıyor, onu yazıyor. 1950’ler Amerikan taşrasında tekdüze ve sıkıcı bir hayat var. Sıradan görünen şeyleri anlatan öykülerinin hepsi birbirinden çok farklı, ancak anlatım biçimi hep aynı. Biz de sıradan ayrıntıları, önemsiz şeyleri görüp bulmaya, onlara yoğunlaşmaya çalışabiliriz. Yazdığımız öyküler ancak bu sayede sıradanlıktan kurtulabilir.Her şeyin öyküsü, romanı yazılabilir. Kimseyi ilgilendirmeyen, herkesi ilgilendiren şeyler yazılabilir. Olup biten her şey öyküye dönüşebilir.
İkinci kaynağımız kitaplardır. Ne yazacağımızın fikri okurken yakalanabilir. Anlamdan hareketle fikirler bulabilir, bu fikirlerden hareketle bambaşka şeyler yazabiliriz. Okuduğumuz metinlerin sözcükleri, dil yapısı taklide yol açabilir. Modalardan kaçınmak gerek. Öncelikle ne yazıldığı, sonrasında ise dil ve anlatım önemli. Dil benzeyebilir. İçerik yeniyse yazılabilir. Önemli olan var olan herhangi bir sorunu yepyeni bir biçimde anlatmak. Öykü nasıl başlıyor, cümle bağlantıları nasıl, cümle yapıları ve çeşitleri nasıl, paragraflar nasıl oluşturulmuş, öykü nasıl bitiyor, sözcük seçimleri nasıl?Metnin dili güçlü olmalı, merakla okunan bir hikâyesinin olması ise öykünün gücünü daha da artırır. Öykünün öncelikle nasıl, sonrasında ise ne anlattığı önemli.
Belli bir noktaya odaklanarak anlatmaya çalışmalıyız, bir tek şeyi anlatmaya çalışmalıyız, ancak bu sayede derinlikli bir anlatım sağlayabiliriz. Çok sayıda kişi, olay, mekân, duygu metnin bağlarını gevşetir. Olay anlatımına daha çok savruluruz. Çok sayıda olay anlatımı metni zayıflatır. Öykümün temel derdi, sorunu nedir, ne anlatacağım sorularını kendimize sormalıyız. Örneğin iki liseli ergenin ayrılıklarına bağlı olarak ortaya çıkan ayrılık acısını yazmaya çalıştığımızı düşünelim. Kişilerimizin duyguları, düşünceleri bu izleği geliştirilmesine hizmet etmeli; ayrılık acısı izleğini en iyi biçimde nasıl, neler aracılığıyla verebilirim, soruları dışındakiler fazlalıktır, bu fazlalıkları atmalıyız. Üç sayfalık bir öyküde yaklaşık yüz cümle olabileceğini düşünürsek, bu cümleler üzerinde sürekli uğraşarak metnimizi kusursuz hale getirebiliriz. Yazdıklarımıza uzaktan bakma gibi bir derdimiz olmamalı. Basit bir teknikle yazdığımız cümleler üzerinde sürekli çalışmalıyız. Bu yüz cümlede derdimi anlatabiliyor muyum sorusundan hareketle metnimdeki bütün ilişkileri, bağlantıları her seferinde ayrıntılı olarak gözden geçirmeliyim.
Bugüne kadar yazılmış olan şeyleri yazacağız, çünkü her şey söylendi. Bu sorunları biz nasıl yaşıyorsak, nasıl hissediyorsak öyle yazmak en mantıklısı, özgünlük bu. Hepimiz çok farklıyız, temel sorunları hepimiz farklı yaşıyor ve farklı hissediyoruz. Sahici olursak başkalarına benzeme ihtimalimiz çok az olur. Temel insanlık dertlerini ancak biz nasıl duyumsuyorsak öyle yazabiliriz. Teknik meseleler, oyunlar, buluşlar çok da önemli değil.
Serkan Parlak – edebiyathaber.net (19 Ocak 2021)