Pessoa’nın Huzursuzluğun Kitabı’nı konuşuyorduk genç bir edebiyatseverle. Onu geç keşfettiğinden söz ediyordu. Ona edebiyattaki kanonik yapıdan söz ederken, Pavese’nin de neden Pessoa’yla aynı iklimde olduğunun anlatıyordum.
Yazarları bir arada tutanın zamanın ruhu ve yansıttıkları izlekler olduğunda hemfikirdik sonuçta.
Gene de iyi okurun bir yazara giderken başka donanımlara gereksinmesinin kaçınılmazlığını hatırlatmak istiyordum.
Bu bağlamda sorularımız çoktur, okudukça da çoğalır. Bu da sizi sıradan okur olmaktan çıkaran bir olgudur.
Yazar okuması da yapsanız yakanızdan düşmeyen en temel olgu/soru şudur: neyi/nasıl/niçin yazarsınız?
Evet, yaşadığınız için mi yazmaya yönelmişsinizdir, yoksa yazmak için mi yaşamayı seçmişsinizdir.
Sizin yazıda (tıpkı okurluktaki gibi) seçme ikileminizi belirleyen nedir?
Eğer bunu bir psikiyatrla konuşursanız birkaç kavram sıralayabilir hemen. Hatta en başa da “narsisizm”i koyabilir!
Ardından da başka “izm”ler.
Bu anlamda edebiyatın yalnızca edebiyatla beslenerek gelişebileceğine inanmam. Özellikle iyi yazarın yolu başka disiplinlerden de geçer. Örneğin; felsefe, iktisat, tarih, psikoloji, sosyoloji, sinema vb.
Bir edebiyatçı eğer bunlara giderse görür, anlar, yeni biçimler yeni izlekler yaratarak kendi anlatısını var edebilir.
Bir edebi metindeki yavanlık tek boyutluluktan kaynaklanır çoğunlukla. Yazarın bilinçlilik durumu/algısı yetersizlik içeriyorsa bu kaçınılmaz. Saltık biçimde kendi hayatına ya da odaklandığı bir olay/kişi gerçekliğine bakarak yazar anlatır. Oysa hayat çeşitlidir, renklidir; tıpkı doğa gibi. Eğer yazarın yaratıcılık bilinci sezgi/kavrayış ötesi bir donanımdan da yoksun ise; yazdığını katmanlaştırması zordur.
Önümde bir kitap var; Narsisizm ve Yaratıcılık. Farklı disiplinlerdeki sanatçıların yaratıcılık serüvenlerinin yapıtlarına yansıma boyutlarıyla neyi/nasıl/neden anlattıklarının irdelenmesini içeren yazılar var kitapta.
Nilüfer Erdem’in “Sunuş” yazısından sonra “Fernando Pessoa, Boşlukla Tamlık Arasında Bir Yaratım” (Bernard Chouvier) yazısını okurken karşıma çıkan, Pessoa’nın yazınsal izleklerinin sinir uçlarının nerelere dayandığını bir kez daha görmek oldu. Özellikle de ondaki simgesel dil, çokkimlikli yapı, anlatıcının sinik ve kinik hali, ruhsal durumunun yansıları, yaratılan ütopik/platonik aşk ikilemi, içe kapanma durumlarında görülen narsisizm sanrısı, hiçlik kavramının bir anlatıcı için ne anlam ifade edebildiği… Öteye geçince yaratısal dilin yalnızca bir dil/tümce kuruluşu olmadığının göstergeleri. Sömürgelerini yitiren bir Portekiz’in kopuş/çözülüş hali. Kaybedilenle kavşulanın bilinçlilik durumu, ve öksüzlük, gitmek metaforları.. kendini ötekileştirme yolculuğu… Anlatıcının kendinden giden olması, sanrılarla örülü bir dünyanın dilini kurarken sağaltıcı olanın gene yazı olduğunu bilmesi.
Tümüyle bu pencerelerden bakınca yaratıcılığın bir heves ötesi bakışı/birikimi, aurayı içerdiğini söylemek gerek. Yani “yazdım oldu”yla oluşacak bir şey değil.
Yazdıklarını bir kere okutup geçenlere sözüm yok. Ama dönüp dönüp okutanlara baktıkça, neden bu denli etkileyici olduklarının kaynağına dönmek gerek. Önümdeki kitap biraz da bunu anlatıyor. Diğer yazarlar /yapıtları (özellikle Shakespeare, Hermann Melville, Blaise Cendrars, Robert Walser, Ahmet Hamdi Tanpınar, Suat Derviş, Marcel Proust) üzerine yazılanlara yöneldikçe de karşımıza çıkan gerçeklik yaratıcılığın sanrılı bir yolculuk olduğu.
Peki yaratıcı biraz da yara almış insan mıdır diyeceğiz? Biraz öyle! Onun duygu ve duyarlılık alanları öylesine derleyiş ve kavrayışlarla yüklüdür ki; işte sıradışı olma durumunu yaratan da budur. Sanatsal yaratıcı hem içte hem de dışta gidendir üstelik.
Feridun Andaç – edebiyathaber.net (28 Kasım 2017)