Deneysel ve özgün bir roman: “Eylülün Gölgesinde Bir Yazdı” | Hülya Soyşekerci

Ocak 23, 2013

Deneysel ve özgün bir roman: “Eylülün Gölgesinde Bir Yazdı” | Hülya Soyşekerci

“Gerçek bir sanat yapıtının, roman olsun, şiir olsun, resim olsun, her zaman anlaşılamayan / açıklanamayan bir yanı vardır. Ola ki, onu sanat yapıtı yapan nitelik de bu yanıdır. O yapıtı anladığımız ölçüde, bu gizeminin ayrımına varırız. Ayrımına varmak-söylemek gerekli mi-gizi anlamak ya da kavramak değildir. Açıklamak ve çözümlemekse hiç değil. O gizemin varlığını duymaktır. İşlevini en iyi yerine getiren eleştirmen, denemeci, bu gizi açıklamaya kalkmaz; olsa olsa bize o gizin varlığını duyurur. Daha da ileri gideceğim, sanatçının kendisi de o gizi açıklayamaz bize. Çünkü sanat yapıtı, yazarını, şairini, ressamını aşarak gerçekleşir…”

Ferit Edgü / Mart 1985 

Ferit Edgü,  özgün yapıtlarıyla, biçim ve içerik deneyleriyle sıradışı ve minimalist bir edebiyat anlayışının ülkemizdeki öncülerinden biri oldu ve bu bağlamda birçok kısa öykü ve novellaya imza attı.

Az sayıda sözcükle kurduğu metin yapılarında, yoğun anlamları dar bir alana sığdırarak suskunun içinde çoğalan içsel anlam yankılarına kulak vermesini sağladığı okurunu, gerçek bir anlam yaratıcısına dönüştürmeyi başardı. Onun yapıtlarına, bu derinliğin yanı sıra görselliğin getirdiği yeni biçimsel deneyimlemeler de ayrı bir zenginlik kazandırdı.

Ferit Edgü’nün yazınsal dünyasını en iyi temsil eden eserlerden biri de Eylülün Gölgesinde Bir Yazdı adlı kısa romanı.  Dr. Mutlu Deveci tarafından, Ada dergisinin 10. sayısında Ferit Edgü ile sanat, edebiyat ve dil üzerine başlığıyla gerçekleştirilen söyleşide, bu kitabının hangi edebi türe dâhil edilebileceği sorusunu şöyle yanıtlıyor Ferit Edgü: “Ne öykü, ne roman. Türkçe’de karşılığı anlatı. Ama anlatıda, anlatmak var, dolayısıyla ben, bu yapıtım için bu sözcüğü pek uygun bulamadım. Roman değil de, romana yakın anlamında romansı dedim, ama tutmadı. Dilerseniz, küçük, kısa öykü gibi küçük roman diyelim.” 

Eylülün Gölgesinde Bir Yazdı’nın öncü ve özgün nitelik taşıyan birçok yönü olduğunu belirtmemiz gerekiyor öncelikle. Roman, üç ayrı bölümden oluşuyor. Bu üç bölüm birbirini tamamladığı gibi, aynı zamanda metnin birtakım katmanlara ayrılmasını da sağlıyor. I. Bölüm, “Çakır’ın Öyküsü” adını taşıyor. II. Bölüm’ün adı ise “Su Testileri”. I. ve II. Bölüm’ün arasında “Ara” başlıklı bir bölüm yer alıyor. “Ara” bölümü, roman metnini üst kurmaca boyutuna açıyor.

Aynı söyleşide Ferit Edgü, romanının düşsellik ve görsellik niteliklerine de değiniyor: “Ben gerçeğin içindeki düşü ve düşün içindeki gerçeği aradım. Bize gerçek diye sunulanlar, önünde sonunda yazarın uydurduklarıdır. Ben özellikle romanlarımda görsel sanatlardan, sinemadan ve fotoğraftan yararlandım. Örneğin, Eylül’ün Gölgesinde Bir Yazdının birinci bölümü, tümüyle fotoğraflardan oluşmakta. Gerçeğin içindeki gerçeğe varmanın tek yolu kanımca düşten geçer.”

Genel olarak sanat ve edebiyat anlayışı içindeki düşsellik ve gerçeklik konusundaki düşüncelerini bu sözleriyle dile getiren yazar, düşün içinden geçen gerçeğin ve gerçeğin içinde gizlenen düşün ardına düştüğünü ifade ederek, roman ve öykünün her şeyden önce bir kurmaca ve bu kurmacanın asıl mimarının da yazarın imgelemi olduğunu sezdiriyor. Eylülün Gölgesinde Bir Yazdı romanının, fotoğraf anlatımlarından oluşan I. Bölümü’ne; “Çakır’ın Fotobiyografik Öyküsü”ne dikkatlerimizi çekiyor.

“Çakır’ın Fotobiyografik Öyküsü” öncesindeki sayfalarda, anlatıcı-yazarın Çakır’ın öyküsünü yazma serüvenini, bu öyküyü yazmaya bir türlü cesaret edemeyişini okuyoruz öncelikle.  Romanın ilk sayfalarında yazarın(anlatıcının) bir “yazan kişi” olarak kaygılarını, sözcüklerle anlam alışverişini, dilin olanakları ve sınırlarını keşfetme çabalarını, yaşadığı sıkıntı ve tereddütleri dile getirdiğine tanık oluyoruz. Yazdıklarını yayımlatma konusundaki çekingenlik ve korkularını şöyle ifade ediyor: “İnsan yayımlamadığı sürece düzeltebilir. Düzeltmek demek, özeleştiri demektir. Yayımlandıktan sonra böyle bir olanak yok. Bu durumda, eleştirileri sineye çekmek gerek. Göğüs germek gerek. Ya da aldırmamak. Ama yayımlamak aldırmak demektir. Oysa eleştirilere aldırmayan, onlara göğüs geren, sineye çeken hiç kimseyi görmedim. Bu da beni korkuttu. Yazdıklarımı önemseyip değerseyip yayımlarsam, dışarıdan gelen eleştiriler, haklı olsalar da beni yaralar ve ben de yaramı sarmak için kendimi, yani yazdıklarımı savunmak zorunda kalırım diye yayımlamadım.”  (s. 10) Anlatıcı yazar, yayımlamadığı sürece yazılarına en ağır eleştirileri kendisinin yaptığını ve bundan hiç yara almadığını belirtiyor ve dolayısıyla kendini kimseye; özellikle de okura karşı savunmak durumunda kalmadığını içtenlikle ifade ediyor. Burada, yazarın yazma ve yayımlatma; yayımlatma sonrasındaki olası eleştirilerle ilgili kaygı ve tereddütlerini okurken, pek çok yazarın yaşadığı bu psikolojinin derinden duyumsatıldığını fark ediyoruz. Elli bir yaşına gelmiş olan anlatıcı yazar, kırk yıl öncesinde, kendisi daha on yaşındayken ölen Çakır’ın öyküsünü şekillendirmeye çalışıyor böylece.

Çakır, kambur, yoksul bir arabacıdır. Anasız babasız büyümüştür; hayatta hiç kimsesi yoktur; en büyük varlığı ve aşkı atlarıdır. Ev içinde değil de atlarıyla ahırda uyumayı yeğler. Anlatıcının belirttiğine göre, Çakır, babasının yanında çalışan biridir. Çocukluğu Çakır’la bir arada geçen anlatıcı, onun dünyasını sözcükler dünyası içinde anlatmayı seçtiğinde, aslında Çakır’ın yazıda yaşamak isteyen biri olduğunu anımsar. Öyle ki, uzun kış gecelerinde Çakır ona masallar anlatmış, sanki ileride yazacağını bilerek, yazmasını isteyerek anlatmıştır onları. Çocuğun, bu masalları defterine değiştirerek ve yepyeni düşler katarak yazdığını görünce babasına şöyle demiştir Çakır: “Bey, biliyor musun ki garip bir oğlun var, ona her anlattığım masalı değiştirerek yazıyor defterine.” (s. 10) Çocuğun büyük bir adam gibi yazdığını keşfetmiş ve babasına bu durumu söylemiştir. Ancak baba bu konu üzerinde hiç durmamıştır bile. Anlatıcı, “daha o yaştayken, kendisini ve yazdıklarını ciddiye alan, geleceğinin sanki elinde olduğunu sezen” bir insan olarak anımsıyor Çakır’ı. Sevgiyle doludur Çakır; sadece atları değil insanları ve yaşayan her şeyi sever. “…yaşamın içinde öylesine bir yer edinmişti ki kendisine, sanki bu ülkenin, hatta bu dünyanın insanı değildi.” (s. 13) diye nitelendirilir anlatıcı tarafından. Onunki anlatıcıya göre biraz “çakırkeyif” bir yaşamdır.

Çakır’ın hayatında hiç fotoğraf çektirmediğini, çektirmek zorunda kalmadığını keşfetmek, anlatıcıya yepyeni bir bakış açısı kazandırır. Çakır’ı düşlediği kimi fotoğraflar içindeki halleriyle anlatacak, betimleyecektir: “Çakır’ın yaşamından ölümüne değin yüzlerce çekilmemiş fotoğrafı gözlerimin önünden geçiyordu. Bu var olmayan fotoğrafları var etmek için sözcüklere başvuracaktım.” (s. 15) Böylece, Çakır’ın odakta yer aldığı bir “foto yazarlık” çalışması yaparak, bir “sözcük albümü” oluşturmaya başlar. Bundan sonra “Çakır’ın Fotobiyografik Öyküsü”nü okumaya ve sözcüklerle kurulan fotoğraflar içinden Çakır’ın yaşamını görsellik boyutlarıyla izlemeye başlarız. Düşlediği bu albümü hiçbir zaman yayımlayamayacağını belirten anlatıcı, böylece hiç kimsenin gözünü boyamış olmayacağını söyler ve devam eder: “Hem boyasam da ne çıkar? Çakır’ın yaşamı bir masal değil miydi? Bugün, masalın yerini, foto-romanlar aldığına göre…” (s.16) Böylece, numaralı fotoğrafları sırayla okumaya başlayınca Çakır’ın trajik yaşamını da “görmeye” başlarız.

Sözcüklerden oluşan bu foto- albümün ilk sayfasında, iki yaşlarında, terk edilmiş, üstü başı toz toprak içinde, bakımsız ve sakat bir çocuğun fotoğrafını bir gazete sayfasında görür ve alt başlığı okuruz: “Sokak ortasına terk edilmiş bir çocuk bulundu. Kimliği meçhul sakat yavru, Darülaceze’ye teslim edildi.” (s. 17) Yazar Ferit Edgü, anlatıcısı aracılığıyla ilginç bir yazınsal deneye imza atıyor böylece. Kahramanı Çakır’ın yaşamından an’ları birer fotoğraf karesi içine alıp donduruyor; bunu dilin sözcüklerini en yalın ve en özlü biçimde kullanarak gerçekleştiriyor. Fotoların siyah beyaz olması nedeniyle, pek fazla rengin anılmadığı; ama sezdirildiği görülüyor. Mesela, Çakır’ın karpuz sergisi başında çekildiği “düşlenen” fotoğrafında kırmızı söylenmese de başka sözcüklerin yarattığı çağrışımlar yoluyla duyumsatılıyor: “Sağ elindeki bıçağı karpuza batırmış. Karpuzun kan gibi çıkacağından emin.” (s. 18)

Sonrasında her fotoğrafta Çakır’ın yaşamından ayrı bir dönemin aydınlandığını görüyoruz. Annesinin mezarı başındayken, girdiği çeşitli işlerin başındayken (balıkçılık, turşuculuk, helvacılık…) Fotoğraflarda ya tezgâh başında ya da sergide dururken gösterilir Çakır. Bir yanlışlık yüzünden başının belaya girmesi, adam yaralamayla suçlanması ve gazetede yer alan elleri kelepçeli fotoğrafı… Pazar kayığında küreklerin başında müşteri beklerken… Bir kır yemeğinde, anlatıcının babasıyla yan yana… Atıyla birlikteyken… Atlarla uğraşırken… At arabacılığı yaparken… Arabanın yükleri ağır, kasketini başının arkasına atmış, köylü sigaralarından birini yakmak üzereyken… Süslü bir arabayla faytonculuk yaparken… Ahırın önündeyken… Düş kurarken… Çocuk anlatıcıya masal anlatırken… Bunlara benzer nitelikte, hayattan pek çok an, pek çok tablo… Sona doğru, Dr. Josef’i Çakır’ı muayene ederken gösteren bir fotoğraf. Dipnotta Fransızca olarak verilen kötü haber: Ne yazık ki çok geç kalınmıştır, Çakır’ın ciğerleri berbattır… Sonraki iki fotoğrafta Çakır’ın ölüm döşeğindeki gülümseyen hali ve son anlarında atının onun yanında yer alması gösterilir. Atın gözlerinde, yaşanmış bir hüzün vardır… Çakır’ın son anlarında gülümsemesi karşısında sorular çoğaltır anlatıcı: “Gülümsüyor. Bana mı? Anlatacağı masala mı? Yoksa birazdan ardında bırakacağı yaşama mı? Yoksa soluğunu ensesinde duyduğu ölüme mi?” (s. 46) Böylece, “Çakır’ın Fotobiyografik Öyküsü”nün son fotoğrafını da görmüş ve Çakır’ın hazin hikâyesini tamamlamış oluruz.

“Çakır’ın Fotobiyografik Öyküsü”nde, olaylardan ya da bir olay örgüsünün varlığından söz etmek olanaksızdır; burada Çakır’ın yaşadığı olaylar, “an”lara indirgenmiş; anların, parçalar halindeki yaşam kesitlerinin yazınsal ve görsel bir dil üzerinden kurgulanması gerçekleştirilerek, parçalı bir yapı içinde Çakır’ın yaşamına spot ışıkları tutulmuştur.

Bu bölümden sonra, Ara başlıklı, italik harflerle yazılmış başka bir bölüm geliyor. Bu bölümün sayfalarında okur olarak bizi bir sürpriz beklemekte. Anlatıcı, Ara bölümüne şöyle başlıyor: “Çakır’ın öyküsünü, yıllar önce bir sabah Boğaz vapurunda tanıştığım yaşlı bir adama borçluyum.”  (s. 51) Anlatıcının cümleleri art arda eklenir ve anlarız ki Çakır’ın öyküsünün asıl sahibi vapurdaki yaşlı adamdır. Yıllarca bu öyküyü yazmak istemiş, Çakır’ı ve masallarını kendi içinde taşımış ve yaşatmıştır. Bu durumda Çakır’ı asıl tanıyan, onunla yaşayan kişi yaşlı adamdır. Anlatıcı, yaşlı adamdan dinlediği bu öyküyü dillendirmiş, nakletmiştir bize. Böylece, birbiri içinde yer alan iki ayrı kurgunun varlığından söz etmek mümkündür. Anlatıcı, başta dile getirdiklerini aslında yaşamadığını,  yaşlı adamdan dinlediği öyküyü anlatmış olduğunu belirterek okuru şaşırtır. Bu durumda okur “yabancılaştıran” bir metnin içine çağrılmış, anlatıcıların yer değiştirdiği bir kurgu oyununun içinde olduğunun farkına varması sağlanmıştır. Vapurdaki yaşlı adamın başka öyküleri de vardır. “Bir sabah yine böyle karşılaşırsak size Kıni’nin öyküsünü de anlatmak isterim. Hep yaşadım ben bunları. Hep tanıdım bu insanları. Ne yazık ki artık insanlarla ilgilenen, acı çekmesini bilen samimi yazarlar pek yok günümüzde. Ne yazık!” (s. 53) diyen yaşlı adam, hayat, yazar, içtenlik ve edebiyata dair eleştirisini de dile getirir böylece. Anlatıcı, aradan geçen bir süre sonunda, yaşlı adamı vapurda göremeyince onun izini sürer, Hisar’daki balıkçı kahvesinde, uçtaki bir masada arkası dönük otururken görür onu. Yaşlı adam, “…içinde her şeyin olduğu ve hiçbir şeyin olmadığı, kimilerinin sonsuzluk dediği boşluğa bakar gibi” dir. (s. 54) Anlatıcı, ihtiyarın olduğu masaya doğru ilerler. Ara bölüm bu noktada kesilir; anlarız ki ondan Kıni’nin öyküsünü de dinlemeye başlamıştır anlatıcı. Çünkü bir sayfa sonra Su Testileri adlı 3. bölüm başlamakta, Kıni, Esat, Fethi Baba gibi karakterler arasında geçen yeni bir öykünün satırları yer almaktadır. Artık, bu öykünün asıl sahibinin yaşlı adam olduğunun bilinci ve farkındalığıyla okumaya başlarız yeni sayfaları.

“Su Testileri”nde bir suç ve şiddet öyküsünün sayfaları arasına gireriz. Kıni ve Esat çok yakın iki arkadaştır. Birlikte büyüyen bu iki arkadaşı, hayat Fethi Baba adlı karanlık işler çeviren bir adamın yanında er almaya, ona hizmet etmeye sürüklemiştir. Kıni, Esat’ın, kız kardeşi Zehra’yı sevdiğini öğrendiğinde Esat’a oraları terk edip gitmesi gerektiğini söyler. Aslında Kıni bu beraberliğe karşı değildir; ancak Fethi Baba’nın böyle bir durumda Esat’ı yaşatmayacağı düşünerek kaygılanır. Esat, elindeki malları satarak kaçacağını söyler. Bu arada el ayalarını bıçakla kesen iki arkadaş kan kardeşi de olurlar. Ancak Fethi Baba, Esat’ın ortadan kayboluşunu hemen fark eder; adamlarına Esat’ı aratmaya başlar; onun izini sürer. Kıni’yi de bildiklerini söylemesi için sıkıştırır. Esat kaçmaya çalışırken Canan adındaki bir büyücünün evine sığınır. Ancak, ne olduğu bilinmeyen ağır bir hastalığın pençesindedir; ateşlenir ve sürekli kâbuslar görür. Canan, ölüm döşeğindeki Esat’ı iyileştirmek için çırpınır. Bu bölümde, okur olarak sanki bir masal dünyası içindeymişiz gibi hissederiz kendimizi.  Sonrasında olaylar hızla gelişir ve bir trajedinin içinde yol almaya başlarız.

“Su Testileri” bölümünün en önemli özelliği; olayların tek anlatıcı aracılığı ile değil, öyküde yer alan bütün kişilerin sesleri, kendi anlatımları,  farklı bakış açıları ve iç konuşmaları yoluyla anlatılmasıdır. Anlatı, ara sıra diyaloglarla da beslenerek anlam ve anlatım açısından zengin, çok sesli, senfonik bir metin yaratılmıştır.

Bu bölümde en çok dikkat çeken noktalardan biri, kişilerin iç konuşmasında eksik bırakılan, tamamlanmamış cümleler aracılığıyla okura zengin bir çağrışımlar dünyasının kapıları açılması ve metnin anlamlarının çoğalmasının sağlanmasıdır. Yazar, olayları bilinçli olarak çözümsüz bırakır; belirsiz ve netlik kazanmayan anlatımlar sunarak ve boşluklar bırakarak, çözüm ya da sonuçları okurun imgelemine bırakmayı yeğler. Kişilerin her birinin iç konuşmaları da onlara ruhsal derinlik kazandırmakta, böylece sayfalarca sürebilecek ruh tahlillerine gerek kalmadan, kısa ve etkili bir yoldan gidilerek, kişilerin iç dünyasının labirentlerinde dolaşma olanağı sağlanmaktadır okura.

Bu bölümde toplumdan dışlanmış Büyücü Canan karakteri,  sevgi dolu ve özverili iç dünyasıyla insanların önyargılarındaki yanlışlığı gösteriyor. Fethi Baba gibi suça bulaşmış, karanlık kişilerin iç dünyasındaki öfkeye, onun iç konuşmaları aracılığıyla ayna tutulmuş oluyor.

IX başlıklı kısımda üç ayrı anlatımın( 1. tekil, 2. tekil ve 3. tekil kişi anlatımı) aynı kısımda bir arada yer alması,  X. başlıklı kısımda Canan’ın iç konuşmasının arasında 3. tekil kişi anlatımına yer verilmesi, metne çoğul bakış açıları kazandırıyor. Aynı olguyu, durumu ya da olayı, farklı açılardan görme, algılama ve anlama olanağı buluyoruz böylelikle. Ferit Edgü’nün asıl istediği bu; okura gerçekliğin farklı yüzlerini değişik açılardan göstermek, yorumu ve değerlendirmeleri okura bırakmak… Yazar, her şeyden önce has edebiyatın içinde yer alan estetik değeri yüksek, öncü ve özgün bir metin yaratmayı amaçlıyor ve bu amacına Eylülün Gölgesinde Bir Yazdı gibi sıradışı bir roman metniyle ulaşmayı başarıyor.

Son bölümde yer alan bazı sayfalarda, tekrarlanan sözcükler ve cümleler görülüyor. Bu tekrarlarla metne şiirsellik kazandırılıyor ve anlamların güçlenmesi sağlanıyor. Bir suç ve şiddet öyküsünün bu denli estetik formlar içinde oluşturulması, farklı bir deneysel çaba olarak da ilgi uyandırıyor.

Eylülün Gölgesinde Bir Yazdı, minimalist ve deneysel yazın anlayışına göre kurgulanmış yaratıcı metinlerin en dikkate değer olanlarından biri olarak edebiyat tarihimiz içinde hak ettiği yeri şimdiden almış durumda. Az sayıda sözcükle konuşan derin bir edebiyatın izini süren yaratıcı okurlar, bu değerli romanın içinde kendilerine seslenen sonsuz ve sınırsız bir yazınsal evrenin varlığını keşfedecekler…

Hülya Soyşekerci – edebiyathaber.net (23 Ocak 2013)

Yorum yapın