Öykücülüğü, şairliği kadar bilinmez Cahit Sıtkı Tarancı’nın; ama bu unutuluşta her şeye karşın kendisinin de payı var gibidir: Şiirlerinde mektuplarından ya da kendisi hakkında yazılanlardan öte bir kişilik oluşturmayı başarabilmiş şair, öykülerinde – belki de düzyazının vermiş olduğu bir rahatlık hissiyle – yaşamöyküsünü yakından bilenleri şaşırtacak, kişiliğinden az çok ayrı düşünülebilecek “ikinci bir edebi dünya” yaratmayı pek becerememiştir. Kendini her şeyden önce bir şair olarak gören ve mektuplarından öğrendiğimize göre düzyazıyı kimi zaman ticari bir kaygı vesilesiyle giriştiği bir iş gibi düşünen şair (kız kardeşi Nihal’e gönderdiği mektuplardan birinde, tefrika halinde yayımlanan tek romanı “Korkuyorum”u açıkça önemsenmemesi gereken bir yazın macerası olarak gördüğünü yazar) öykülerinin bütününe bakıldığında sahiden de hayatı, insan ilişkilerini ve şiirlerinde derin bir hakikat gibi parıldayan hayal ve fikir dünyasını daha “hafif” tarafından yansıtmak ister gibidir. Memuriyet hayatının sıkıcılığını, “akşamların kadrini iyi bilen” bir küçük memur gibi mesai sonrası sığınılan meyhanelerin kederini, buralarda kurulan dostlukları, yalnız başına gezilen İstanbul sokaklarını (öykülerinde şairin memleketi Diyarbakır hiç görünmez) ya da varlıklarından çok izlenimleri ve hayalleri benimsenen kadınları anlatırken Cahit Sıtkı bize – şiirlerinden pekâlâ bildiğimiz – hayatın özünü ve varılacak daha derin, merkezî bir iç âlemi unutturmak istercesine yüzeyde gezinir; kimi zaman doğallıkla karşılanan küçük mutlulukların, karşılaşmaların, geçim derdiyle sıkışan ânların, şakalaşmalar ve vefayla süren aile ve dostluk ilişkilerinin büyük yer kapladığı bir hayat sahnesinde oyalanıyor gibidir. Şairin yaşamını bilenler için, şiirlerinin tersine, öykülerinin birçoğunda belirgin bir hal alan bu “acı ve keder azlığı”, onlardan küçük bir mutluluk ve keyif ânı için kaçabilme eğilimi şaşırtıcı gelecektir kuşkusuz: Şairin gerçek hayatta karşılaştığı parasal sıkıntıları yansıtırcasına öykülerinde çokça rastladığımız küçük memur dertleri bu anlamda aydınlatıcı olabilir: Paranın azlığı ya da hiç olmayışı bu öykü karakterleri için hiç de küçük bir sıkıntı değil, aksine neredeyse suçluluk verecek bir biçimde üstesinden gelinmesi gereken bir durumdur. İş çıkışı bir aşk buluşmasına gidecek Cahit Sıtkı’nın bu kendi halinde öykü kişileri bu yüzden sık sık birilerine borçlanır ve gerekirse akşamki meyhane zevkinden mahrum kalma pahasına bu buluşmaya asla parasız gitmezler: Parasızlık yabancılardan, özellikle kadınlardan saklanması gereken büyük bir engeldir ve öykülerindeki mutlu aile tablolarının hemen hepsinde aile babasının hali vakti yerindedir. Cahit Sıtkı’nın yurtdışında geçen kısmen bohem gençlik yıllarından tanıdığımız bu “sevimli” sıkıntı, parasızlık, öykülerinin çoğunda farklı biçimlerde ciddiyet arzeder. Mutlu ve kaygısız bir hayata bağlılık başka şekillerde de söz konusudur bu öykülerde: Kimi zaman geçmiş bir özleme dönüşse de, birçoğunda elde edilen, bir sonraki buluşma için hemen sözleşilen, öpülüp koklanabilen kadınlar, yolunda giden evlilik hayatından sahnelerin bunca bolluğu, kadın-erkek ilişkilerinden rahatlık ve kendine güvenle bahsetme isteği, bazen, Cahit Sıtkı’dan başkasıyla karşı karşıya olduğumuzu bile ciddiyetle düşündürebilir. Sıklıkla dönülen bir çeşit saplantı gibi hep bu temalarla ilgili görünmesi, bu konularda sıkıntıyla geçen yaşamını bilmeyen ve onunla ilk kez karşılaşan daha “saf” okurlar için bambaşka bir anlam edinecektir belki de; ama böyle aşırı yorumlara pek de kapılmadan önce şairin daha derinde kalmış (belki de “asıl”) karakter nüanslarına değinmek gerekir.[1]
Cahit Sıtkı, gerek yakın arkadaşı Ziya Osman Saba’ya şiir ve edebî görüşleri hakkında, gerekse Nihal’e daha kişisel vesilelerle yazarken gerisinde büyük bir sanatsal birikim bırakacağı konusunda kendinden emindir. Tahsilini yarıda bırakmak, bu konuda babasıyla uyuşmazlık yaşamak ve geçim sıkıntısı olmasa “bir gün daha” geçirmeyeceği memuriyet hayatından olmak pahasına her ânı şiir düşünmekle, şairce hayallere kapılmakla geçen bu genç adam, kısacık hayatına edebî çevrelerce onaylanan başarılar da sığdırır: Daha ilk yayımlanan şiirlerini büyük bir deha ve yaratıcılığın, kendine has içli bir dünyanın işaretleri olarak selamlayan Peyami Safa’nın bu henüz yirmili yaşlarının başındaki şairin önünde açtığı yol (sonradan, yazışmalarında, Cahit Sıtkı ondan “büyük dostum” diye söz edecek ve şiirlerini ithaf edecektir), “Otuz Beş Yaş” ile CHP şiir ödülünü alması, çalıştığı Cumhuriyet gazetesinde Nadir Nadi ve Doğan Nadi tarafından döneminin yazar ve şairlerince edebiyat cenneti olarak görülen Paris’e gönderilmesi ve bunlar gibi irili ufaklı sanatsal başarılar Cahit Sıtkı’yı “büyük bir adam” olma hususunda haklı da çıkarır üstelik. Ne var ki bu görünür zaferleri hep sürüp gidecek bir gururla taşıyamayacak kadar kişisel acılarla malüldür şair: Dış görünüşü hakkında – Ahmet Haşim’inkiyle benzeştirilecek – genellikle olumsuz sonuçlanan sorgulamalara girişmesi, kadınlarla “sahici” bir ilişki kurmadaki başarısızlığı veya babasının iflasıyla adım adım başlayan yoksulluğun kâh kaybolup kâh belirerek edebî ufkunu sınırlaması gibi şairin yakasını bir türlü bırakmayan, giderek şaşmaz bir gerçeğe dönüşen kimi etkenler ve en nihayetinde gelip onu bulan ölümcül bir hastalık (ki dostlarına hayallerindeki kadın diye bahsettiği Cavidan Hanım’la yeni evlenmiştir) düşlerden ve iyi niyetten örülü bir edebiyattan başka hiçbir şeye hizmet etmemiş bu hayatı, maalesef şairin gözünde tam anlamıyla yaşanmış sayılamayacak bir acılar toplamına çevirir. Yazışmalarından ve gerçek hayatıyla kimi noktalarda fazlasıyla örtüşen öykülerinden rahatlıkla ve irkilerek ulaşabileceğimiz bu hayat ayrıntıları ve itirafların şiirlerine asil ve kederli bir yön kattığını ileri sürmek kolaycılık olur belki; ama hayatı yapıtından ayrı düşünülemeyecek bir şair olarak Cahit Sıtkı’nın asıl yaşamadığını yazdığını söylemek, “Uzak bir iklimin ılık havasında / Bütün sevdiklerim hülyamı paylaşır / Bense camlar, camlar, camlar arkasında” dizelerini büyük ölçüde haklı çıkarırdı.
Ziya Osman Saba’nın anlatımına göre, tartışan iki arkadaşını görünce çocuklar gibi ağlayan, yolda yürürken boş bir tabutla karşılaşınca sapsarı kesilen Cahit Sıtkı Tarancı gibi hassas bir mizaca sahip birinin, eserlerinde bu türden duyarlılıkların izini sürmesi bütün bu nedenlerden dolayı elbette kaçınılmazdı. Üstelik henüz ilk gençliğinde, okul arkadaşlarının aksine kendisinin bir sevgilisi olmayışı yüzünden büyük acılar duyduğunu (bu eksikliği de yine ileride bir gün büyük bir şahsiyet olacağı inancıyla yatıştırır), bu hayalî kadın tarafından kendisine yazılmış gibi kendi elleriyle mektuplar yazıp kendine gönderdiğini ve zamanla bu duruma alıştığını okuyunca, böylesine acımasızca takıntılı bir hayatın kelimelere yansımasını sonunda bekleriz de. Ama hayata karşı böyle bir kırılganlığı içten içe tartışır, ruhunun bu incelmiş taraflarını bize açarken – ne onlara başarıyla edebî bir çehre kattığı şiirlerinde ne de saklamayı pek beceremediği öykülerinde – şair asla içimizdeki merhamet köşelerine yönelmez: Şiirin sözcüklerle güzel biçimler kurmak olduğunu hiç unutmayan şair için acı ve keder dediğimiz şey de yeri geldiğinde daha büyük edebî bir tasavvurun yalnızca birer parçası; belki de anne, hayal ya da hasret gibi sadece güzel birer sözcüktür. Belki de Cahit Sıtkı’nın yazdığını yaşamadığını ya da yaşamadığını yazdığını söylerken asıl varmamız gereken yer burası, sevinciyle kederiyle bu çocuk ruhlu şairin bütün dünyasının önümüzdeki kelimelerin sırtında parıldadığı gerçeğidir.
[1] Şairin öyküleri hakkında daha geniş bilgi için, Can Yayınları tarafından basılan “Gün Eksilmesin Penceremden” cildindeki M. Sadık Aslankara imzalı önsöze bakabilirsiniz.
Erhan Sunar – edebiyathaber.net (14 Ağustos 2015)