“Yeni bir şeyler yapmaya çağrılıyoruz, ayak basılmamış bir toprakla yüzleşmeye, kimsenin gidip de bize yol göstermek için dönmediği bir ormana dalmaya çağrılıyoruz. Bu, varoluşçuların hiçliğin kaygısı dedikleri şey. Geleceğe doğru yaşamak bilinmeyene sıçramak demektir; bu da hâlihazırda emsali olmayan ve pek az kişinin kavradığı dereceden bir cesareti gerektirir.”
Ressam ve varoluşçu psikiyatrist Rollo May’ın “Yaratma Cesareti” adlı kitabı yazıldığı günden günümüze dek pek çok çevre tarafından yaratıcılık üzerine yazılmış en kapsamlı ve aydınlatıcı eser olarak kabul gördü. Rollo May, Avrupa’da başlayan varoluşçuluğun ve varoluşçu psikoterapinin Amerika’da yayılmasının öncülüğünü yaptı. “Anksiyete’nin Anlamı, Kendini Arayan İnsan, Aşk ve İrade” kitaplarının da yazarı olan May, teoloji okuyarak iki yıl din görevlisi olarak da çalıştı. Belki de bu nedenle eser boyunca yaratma, varoluş gibi kavramlar cesur bir din anlayışıyla da desteklenmiş olarak karşımıza çıkıyor. Bol miktarda terime yer verilen bu geniş kapsamlı eserde yaratıcılık, cesaret ve yaşam arasındaki ilişki çeşitli başlıklar altında incelenmiş.
Yazarın yaratma süreci üzerine yaptığı araştırmalar ve ulaştığı tespitler üretmek isteyenler için cesaret verici… Dolayısıyla “Yaratma Cesareti” oldukça cesur bir eser… Cesaret kavramını “umutsuzluğa rağmen ilerleyebilme yetisi” olarak tanımlayan yazar, bu görüşüyle Camus ve Sarte’ı desteklemekte… Bireyin kendine ihanet etmemek için özgün fikirlerini ifade etmesi gerektiğini savunan Rollo May, bundan kaçıldığı takdirde bütüne katkıda bulunulmadığı için topluma da ihanet edilmiş olacak, diyerek bireyi kendini ifade için cesaretlendiriyor. Cesaretin diğer tüm değerlere gerçeklik ve anlam kazandırdığını belirterek; “Cesaret olmaksızın sevgimiz salt bağımlılık olarak solar. Cesaret olmaksızın sadakatimiz uyumculuk hâlini alır.” diyor. Bu arada Sartre’ın “İnsan olduğu şey değil, olmadığı şeydir.” görüşüyle de bu düşüncesini pekiştiriyor.
May, yaratıcılığın başkahramanı olan sanatçıları (şairler, müzisyenler, oyun yazarları, plastik sanatçılar ve ermişler) ve toplumsal önemlerini Mc Luhan’ın deyimiyle “Bize kültürümüzün başına gelen uzak bir erken uyarı veren sabahın çiyleridir.” cümlesiyle hoş bir şekilde tanımlayarak vurguluyor.
Yaratıcılık konusunda karşılaşmaya özel bir önem veren yazar, her yaratıcı karşılaşma yeni bir olaydır; her an cesaretin bir başka kendini gösterişidir, deneyimin gerçekliğini karşılamak kuşkusuz tüm yaratıcılığın temelidir, görüşünü savunuyor.
Yaratıcı cesaretin doğasının eski çağlardan beri yasakları çiğnemek üzerine gerçekleştirildiği düşünüldüğünde bu konuda birçoklarının deyim yerindeyse tanrılarla cenk etme deneyimini yaşadığını dile getiren yazar, bu konuyu bir bilmece olarak nitelendiriyor.
Deha ve psikozun birbirlerine yakınlığı, yaratıcılığın açıklanamayan ilginç bir suç duygusu taşıması ve birçok şair ve sanatçının mesleklerinin doruğundayken intihar etmiş olmaları bu bilmecenin birer parçası olarak görülüyor.
Sarhoşluk ve ilaç alımının yaratıcı cesareti tetikleyen unsurlardan sayılmasına doğal olarak karşı çıkan May’ın bu düşüncesi ele alındığında Salvador Dali, Arthur Rimbaud, Poe gibi dehaların birer istisna oldukları akla geliyor. Yazarın, Dostoyevski ve Beethoven’ın nevrozlu olabileceği çıkarımında bulunan Freud’u desteklediğini de görüyoruz. Yazar, Van Gogh’un çıldırması, Virginia Woolf’ün çöküntü içinde bulunması gibi örnekler her ne kadar yaratıcılığın ciddi psikolojik sorunlarla bağlantısını işaret etse de bu bir zorunluluk değildir, diyor ve “Yeteneğin hastalık, yaratıcılığın da nevroz olduğunu sokuşturmaya çalışan bu savlara karşı gerçekten güçlü bir tavır almalıyız.” diyerek son noktayı koyuyor.
Tarih boyunca hemen her toplumun sanatçılara, şairlere olan bakış açısını biliyoruz. Toplumun genel bakışına göre statüko açısından riskli olan bu kişiler genellikle toplum dışı kalmaya mahkûm olmuşlardır. Birçoğu için de bunun huzur, rahatlık, özgürlük ve üretmek adına bilinçli olarak seçilmiş bir durum olduğu yadsınamaz. Sanatçıların aslında yumuşak huylu ve kendi hayalleriyle yaşayan insanlar olduğunu belirten May’a göre onların kafa tutma gücünün taşıyıcıları olmaları toplumlar için farklı bir bakış açısı oluşturuyor. Var olanı bir kenara bırakarak onun ardındaki asıl gerçeği arayan bu cesur ve maceraperest topluluk, algı hassaslıkları ile tarih boyunca daimî bir risk teşkil etmişlerdir. İşte bu noktada yazarın modern şair Marianne Moore’den alıntıladığı dizeler konuya şiirsel bir netlik getiriyor:
“Duygudan ürkmeyen kişi, bilir nasıl/ davranılacağını. Tıpkı o şakıdıkça/ göğe doğru büyüyen ve çelikten biçimini/ alan kuş gibi. Tutsak da olsa kendisi,/ yetinmek ne aşağılık bir şey, der/ şakıyan güçlü sesi, ne katıksız bir sevinç./ İşte budur ölümlülük,/ İşte budur sonsuzluk.”
Ölümlülüğün sonsuzluğa ulaştırdığı gerçeğiyle bu iki karşıttan bir sonuç elde eden şair, hiç’likten hep’liğe varma gibi bir felsefi sonuca ulaşmamızı da sağlıyor. Yaratıcılığı tüm safhalarıyla kısaca ifade eden “varlık ve yokluk” bilinci ile sanatçı ve şairlerin aslında yokluktan varlık elde etme çabası içinde oldukları akla geliyor.
“Yaratıcılık, bilinci yoğunlaşmış insanın kendi dünyasıyla karşılaşmasıdır.” tanımını yapan yazar, bu noktada yaratıcılığı “vecd” ile ifade ediyor. Picasso’nun “Her yaratma edimi, ilk önce bir yıkma edimidir.” tespitiyle de yaratıcılığın zıtlıklardan doğan ve cesaret gerektiren yönünü vurguluyor.
Yaratıcılıkta sembol ve mitlerin önemine de yer veren yazar; bu iki unsuru; şiir, piyes ve plastik sanatlarda döllenişin aldığı özel biçimlerdir. Farkındalığımıza çocuksu, arkaik endişeleri, bilinçdışı özlemleri ve benzeri ilkel ruhsal içerikleri getirirler, sözleriyle tanımlıyor.
Karşılaşmanın ortaya çıkarttığı tutkuyu yaratıcılıkta yoğunlaşma derecesi olarak niteleyen May’ın günümüzde belki de öğrenmeye verilen ağırlık yüzünden özellikle gençlerdeki tutku eksikliğinden yakınması da önemli bir gerçeği dile getiriyor.
Karşılaşma ve tutkunun yanı sıra kaygının da yaratıcılıktaki önemine değinen Rollo May, yaratıcı insanların güvenceden yoksun kalma, duyarlılık ve savunma cinsinden yüksek bir bedeli ödeyerek kaygıyla birlikte yaşayabildiklerini belirtiyor. Bu durumda -nevrotik olmayan- kaygının pozitif etkisi ortaya çıkıyor. Eski Yunan heykellerine dikkat ettiğimizde arkaik Apollon dahil olmak üzere gözlerinin belirgin bir kaygıyla açılmış olması, bu durumun Rönesans döneminde Mihelangelo’nun eserlerinde devam etmesi ilginç birer bulgu niteliğinde…
Sanat ve imgelemin ana gıda olarak değil de “yaşamın üstüne sıkılan krema” gibi görüldüğünü belirten yazar; “Ya imgelem ve sanat krema değil de insan yaşamının pınarı iseler?” varsayımını da ortaya koyuyor.
“Biçim tutkusu, yaşamın anlamını bulmaya ve kurmaya uğraşmanın bir yolu: Has yaratıcılık budur işte… Yaratıcı süreç, biçim için duyulan bu tutkunun dışa vurumudur.”cümleleriyle eserine son noktayı koyan Rollo May, insanları kendilerini ve yaşamın özünü bulmaları için cesurca yaratmaya davet ediyor.
Selva Trak Ulupınar – edebiyathaber.net (27 Mayıs 2015)