Bir tren kalkar yasaklı, sansürlü, tedirgin günlerin içinden. Bir hatırlama treni. Vagonlar, baba memleketi Kars’a giden Doğu Ekpresi’ndeki gibi, gıcırdayarak ilerler rayların üstünde. Kopacak sanırsınız birbirinden. Kopmaz. Yaşadıklarımızı, insan olma yolunda sınanışlarımızı sürükler arkasından. İstasyonlardan geçer. Yarım ağaçlar bahçesinde dolaşmanın hüznünü hatırlatır bize. Evet, yarım ağaçlar ülkesinde yaşamanın kederini anlatmak istiyorum bir nisan ayında. Malum ayların en zalimidir nisan. Ve bizi biz yapan annemizdir, babamızdır, aile hikâyemizdir, geçmişte onlara ödetilen bedellerdir; sürgünlerdir, göçlerdir.
Göç ve sürgün hikâyelerine biraz daha yakından bakma cesaretini kendimizde bulduğumuzda ise karşımızda beliren alışılmadık imge, yarısı yok olmuş ağaçlardır.
Dersim’de kardeşler birbirini kaybetmiş, çocuklar ailelerinden koparılmış, ailelerin yarısı yok edilmiş, yarısı sürgüne gönderilmiş; kuşaklar boyunca sürecek bir acının tohumları ekilmiştir.
Hasbıhal ettikçe anlarsınız, ecdadı katledilmiş bir halkın çocukları en az onlar kadar yarım hisseder kendini.
“Bir Dersim Hikâyesi” seçkisinde yer alan Yasak Ülke adlı öykümde “İnsanın doğmadığı yer yazar mı hiç kaderini?” sorusuyla yaklaşmaya çalışmıştım bu gerçeğe.
Şimdi başka bir yasak duruyor önümüzde.
Yarenlik ettiğimiz, kahvesini içtiğimiz, acısını paylaştığımız dostlarımız. Onların bazılarının ailesi Yozgat’tandır, bazılarının Malatya’dan, bazılarınınsa Adana’dan. Bu kentlerin hepsi için de şairlerimiz dizeler karalamıştır. “Zaman dediğin nedir ki / Biz eskiden istasyonları dolaşırdık seninle / O zamanlar Malatya kokardı istasyonlar” diyerek hafızanın istasyonlarında gezinmiştir örneğin Edip Cansever.
Nasıl Malatya, Sivas, Maraş bizimse, bu kentlerde işlenen cinayetler de bizim cinayetlerimizdir.
Aile ağaçlarının yarısını kaybetmiş, bu travmayı atlatabilmek için uzun yolculuklara çıkmış, dedelerinin öldürüldüğü köylerde, nehirlerde geçmişin kanlı izlerini aramış arkadaşlarımız.
O geçmiş, hepimizin ortak geçmişidir. Eğer sırtımızdaki bu kamburdan kurtulmak istiyorsak, biz de yarım ağaçlar bahçesinde yaşamanın hüznünü anlatmaya kıyısından, köşesinden bir yerlerden başlamalıyız.
“Eskiden Yahudi Soykırımı benim meselem değil, derdim. Ama şimdi öyle düşünmüyorum. Yahudi Soykırımı’ndan da, Ermeni Soykırımı’ndan da, dünyanın üzerinde insanın insana yaptığı her türden felaketten de sorumluyum. Çünkü ben de insanım.”
Mardin’de demirci ustası olarak çalışan ve 1915’te buradan sürülen Nazaret’in ikiz çocuklarını dünyanın her köşesinde arayışını anlatan The Cut, “Kesik” filminin yönetmeni Fatih Akın böyle söylüyor kendisiyle yapılan bir röportajda. Demirden bir leblebi.
Hatırlama Treni Almanya’ya doğru yola devam ediyor.
Aynı meydanı defalarca gördüm geçmiş yıllarda. Boş bir alandı Potsdamer Platz Berlin’de. Berlin’in ortasında bir savaş artığı. Otobüslerle geçtik kıyısından. Bisikletle. Yürüyerek. Savaşın boşluğu vuruldu yüzümüze. Batı’yla Doğu’nun arasına, “No Man’s Land” denilen kimsesiz bir alana sıkışmıştı bombaların sesini henüz unutamamış bu meydan. Çoraklığı seyrettik yıllarca. İliklerimize işleyen insafsızlığı. Yıllarca dokunamadılar oraya. Sonra bir gün, duvar yıkılınca, zamanı geldi. Potsdamer Meydanı parsel parsel ihaleye verildi. Şık binalar geldi. Mercedes, Sony, özel tasarımlar, vizyonu olan mimarlar, hepsi Potsdamer Meydanı içindi. Ve en sonunda bir gün beklenen anıt da telaffuz edildi. Avrupa’nın Katledilen Yahudileri için Soykırım Anıtı. Özel bir mimar seçilmişti. Peter Eisenmann.
Boşluğu gri granit bloklarla doldurmuştu New Yorklu mimar Eisenmann. Uzunca bir süre kıpırdayamadan seyrettim anıtı. Uzunca bir süre gözümü taşlardan alamadım Sayısız mezar taşları gibiydi gri bloklar. Çarpıcıydı. Yan yana onlarca mezar. Aralarında geziniyor, gezinenleri seyrediyordum.
İnanılmaz bir oyundu bu. Tarihin oyunu. Sağa sola yürüyor, fotoğraf çekenleri seyrediyor, karşılaşma anını uzatıyor ve tüm bunları yaparken anıtın düz bir zemine oturtulduğunu varsayıyordum. Çünkü uzaktan bakınca, müthiş bir yanılsamayla zemin düz gibi görünüyordu göze. Yenilenlerin oyunuydu bu. İçine çekiyordu insanı. Yürüdükçe taşlar boyumu aşıyordu; zemin hiç de öyle göründüğü gibi değildi çünkü. İlerledikçe çukurlaşıyordu. Anıt içinde bir sürprizi barındırıyor. İnsanı iliklerine kadar donduran bir gerçeği: Bazıları tarihin labirentinde yok edilebiliyordu.
Berlin’in ortasında 2005’te açılan anıt, gerçeği çok soğukkanlı ama bir o kadar da ağır bir dille söylüyordu. Taşların diliyle. Boyumdan büyük taşların arasındaydım. Soykırıma uğrayanlar için tasarlamış bu taşları Eisenmann. Ama taşlar kendi kendine konuşmuyor. Önce oturup onlarla yüzleşmek gerekiyor. Geçmişte kalan taşlarla. Bizden arta kalanlarla. Ve taşların bilip de sakladıklarıyla. Sonra iş küçük bir numara bulmaya kalıyor. Bulmuş Eisenmann. Fikir müthiş. Evet, zemin birden derinleşiyor ve ziyaretçiler taşların arasında kayboluyor. Tarihin içinde yani. Bu kaybolmuşluğu, tedirginliği, ürkekliği anlatıyor Berlin’deki anıt. Bakmak içinizi üşütüyor. Bir boşluğu dolduruyor çünkü bloklar, savaştan kalan boşluğu. Yahudi adlarının üzerinde yükseliyor anıt: Georg Gensen, Klara Gensen. Ausschwitz’de ölenler. Masif suskunluk. Taşların suskunluğu. Kaskatı. Yaklaşmamızı bekliyor. Atılan her adım tarihin içine çekiyor. Tekin olmayan tarihin. Bu tekinsizliği anlatabilmek çok zor. Ama granitin ağırlığı anlatıyor. Taş bloklar giderek yükseliyor, zemin lunaparktaki bugi-bugilere benziyor. Dalga dalga. Önümden kırmızı elbisesiyle bir kadın yürüyor. Küçük bir kız çocuğu sonra. Saklanıyor, annesinden onu bulmasını istiyor. Tarih ağırlaşıyor. Anne ve kız kayboluyorlar. Tarihe yaklaşıyorum. Taş üstüne taş, ayakkabı üstüne ayakkabı. Müzeye dönüştürülen toplama kampında gördüğüm ayakkabı yığınını hatırlıyorum. Duyduklarım, tanıklıklar geri geliyor.
Ülkemi düşünüyorum sonra. Orada taşların neler anlatacaklarını merak ediyorum. Konuşabilirlerse eğer. Onları konuşturacak olan biziz. Soykırım Anıtı’nın mimarı taşları konuşturmuş. Neden olmasın, belki bir gün bizim taşlarımız da konuşabilirler.
Gönül Kıvılcım – edebiyathaber.net (16 Nisan 2015)