Çekiliş yapılan 90 rakamdan 6’sını tahmin ederek lotodan büyük ikramiyeyi kazanabilme ihtimaliniz 622 milyonda 1’dir. Ama bu matematiksel gerçek bile şans meleğinin omuzunda sevap ve günahları kaydeden meslektaşlarının yanına ilişebileceğini düşünen iyimserleri, daha doğrusu hem çaresiz hem de açgözlülerden oluşan bir kumarbaz grubunu talihleriyle bilek güreşine tutuşmaktan alıkoyamaz. Gördüğüm her yeni yazara ait roman ve öykü kitabından sonra aynı şeyi düşünüyorum: “İşte edebiyat masasında zar ya da rulette şansını deneyen, kollu makinelere bu sefer olacak niyetiyle asılan bir talihli adayı daha…”
Konuyu bu şekilde ele almamın Fyodor Dostoyevski’nin 1864 tarihli otobiyografik romanı Kumarbaz ile bir metinlerarasılık yapmakla ilgisi yok. Dostoyevski bu metni, Rusya’da Suç ve Ceza adlı romanıyla haklı bir şöhret ve biraz da gelir elde ettikten sonra yazmaya karar vermişti. 19’uncu yüzyılın yazarları eğer başka bir gelir kaynağına sahip değillerse, sürekli metin üreterek yaşamlarını sürdürmek zorundaydı. Bizimkinin de kumar gibi kötü bir alışkanlığı, yayıncılarından henüz yazmadığı romanları için aldığı yüklü avansları, karmaşık bir aşk hayatı, eski eşinin ilk kocasından olma fakat kendi romanlarındaki karakterlere yarışacak bir tutkuyla bağlandığı sorunlu üvey oğlu vardı. Çok sevdiği, kendi gibi ünlü bir romancı olmak isteyen ama ancak Vremya adlı bir edebiyat dergisinin baş editörü olabilen üstelik 43 yaşında yaşama veda eden kardeşi Mihail Dostoyevski’nin acısı da henüz tazeydi. Avrupa kumarhanelerinde atalarının aç bırakarak itaat ettirdiği sahip olduğu köylerin canlarını çıkararak elde ettiği milyonluk serveti tüketen nice Rus’u görmüştü. Kendisi fakirdi ama borç edinme kaynakları hayli genişti. Kumarda kendini tüketme bakımından onlardan hiç de aşağı kalmıyordu. Yayıncısına gönderdiği mektupta Kumarbaz’ı anlatırken “Özü sözü birçok kültürlü ancak her bakımdan eksikli bir adam inancını kaybetmiş ama inanmamaya cesaret edemiyor, kurulu düzene isyan ediyor ama kurulu düzenden korkuyor” diye anlattı.
Oynadığı kumar tuttu, Kumarbaz bir novella olarak düşlense de ortaya kısa bir roman olarak çıktı ve hayli başarı kazandı. Edebiyat Eleştirmeni – Yayıncı ve Öykücü – Romancı Semih Gümüş’ün Can Yayınları tarafından yayımlanan “Yaşadıklarım Bellediğimde Uğulduyor” metni için biraz uzun bir giriş oldu. Fakat hiç de yararsız olduğunu söylemem: Bazen bir metni okuduğunuzda yazarının ve yayıncısının ona verdiği tür isminin içerikle birbirini tam da karşılamadığını görürsünüz. “Yaşadıklarım Belleğimde Uğulduyor” ismini ilk duyduğumda “Bu bir anı – düşünce kitabı için değil olsa olsa roman için düşünülmüş bir ad olabilir” dedim. Yanılmadığımı metni tamamlayınca fark etmek bana ukala cesaretimde yeni kademe kazandırmadı; sadece bu kitaba nasıl yaklaşacağım konusundaki irademi biraz ehlîleştirdi.
Eleştirmeni Değil Edebiyatın Yazarı
Semih Gümüş, edebiyat eleştirmeni kimliğiyle daha ön planda olan bir yazar. Yazar olduğu vurgusunu ayrıca yapmak gerekiyor, çünkü her edebiyat eleştirisinin edebi metin sınıfına girmesi gerekmiyor. Bir kitaptaki anlamı özgün bir şekilde kaleme almanız yeter. Kimse sizden edebiyat eleştirisinde edebiyat yapmanızı ya da büyük bir edebi lezzet yaratmanızı beklemez. Bu sizden gelmeli. Her ne kadar edebiyat eleştirisi yazıyor olsa da, onun metinleri ele aldığı yapıtı inceleme ve irdelemenin dışında, kendi lezzeti, kalitesi ve iklimi olan yapıtlar. Bir bakıma yazar yönü daha ağır basan bir eleştiri eyleyiş biçimi. Ki bunu zamanla Gümüş’ün hem Notos’ta, hem de YKY’nin yayını Kitaplık’taki öyküleri ve Can’dan yayımlanan “Belki Sonra Başka Şeyler de Konuşuruz” ile “Yalnızlık Kime Benzer” romanlarıyla daha belirgin şekilde gördük. Açıkça vurgulamadan olmaz; dünyada ve Türkiye’de yazılmamış bir kural gibi edebiyat eleştirmenlerinin öykü-roman türünde edebiyat metni üretmemeleri gibi bir yaklaşım var. Okur da yazar da yıllarca eleştirisiyle bildiği ve yazar olduğu konusunda kuşku duymadığı yazarın kurgu metinlerini okumaktan mutluluk duyar. Yaşadıklarım Belleğimde Uğulduyor’u da bu arzu ile elime aldığımda şu açılış cümlesi ile karşılaştım: “İki pencerenin arasında duran masamın görüş açısı yemyeşil bir ufka açılıyor, içinde ağaçlar, çalılar, çiçekler, hayvanlar yaşıyor, tepeler, tepenin ardında görünmez vadiler var, onları bazen görüyor, bazen hissediyorum ama varlıklarını bilmek sürekli düşünmeme neden oluyor…”
Yazılmamış Bir Roman Gibi Yazmak
Bir anı – düşünce kitabı için hayli romansı, üstelik ‘O iyi insanlar, o güzel atlara binip gittiler’, ‘Bir gün bir kitap okudum ve tüm hayatım değişti’ türünden bir sihirli giriş cümlesi değil mi! Yaşadıklarım Belleğimde Uğulduyor, daha ilk adımından bir anı – düşünce kitabı olmanın ötesinde olduğunu anlatıyor. Bunu bölümler ilerledikçe daha yakından görmek mümkün. Yaşadıklarım Belleğimde Uğulduyor, Semih Gümüş’ün Ankara’da başlayan yaşamı ve 14-15 yaşından itibaren Sosyalizm fikri ile tanışması, dönemin 1960’ların sonu 1970’lerin ilk yarısı ile sürüyor. Ankara’nın 1980’lerin ikinci yarısından sonraki halini 2016’ya kadar yakından izlemiştim, üniversiteyi de orada okumuştum. Şimdiki plazalı, bol rezindanslı, yüksek binalı her şeyin günün ruhuna uygun şekilde paraya ve güce dönüştürüldüğü Ankara’sında yaşayanlar Yaşadıklarım Belleğimde Uğulduyor’un geçtiği Ankara’ya hayli yabancı kalacaklar, orası kesin. Bir bakıma metin, bir şehrin yaşadığı dönüşümü de ele alması bakımından kent bilincini de işlemesiyle farklı yönünü de ortaya koyuyor. Metin ilerledikçe, kendisinin yakın çevresi tarafından ketum ve duygularını gizlemekle nitelendirildiğini söyleyen Semih Gümüş’ün ne tam bir otobiyografi, ne de tam bir anı düşünce tarzında ilerlemediğini, şahsi bölümlerin zihninde yazıldığını fakat metne aktarılmadığını, okurların kendisiyle bu metinde de fazla içli dışlı olamadığını fakat iş edebiyata ve Sosyalizme gelince, karşılarında gürül gürül akan bir yazar bulduklarını söylemek mümkün. Yaşadıklarım Belleğimde Uğulduyor, bu özel harmanlanmış haliyle anılarında yaşayan, geçmişi önemli bir yaşam kaydı olarak gören yazarın yerleştiği Kuzey Ege’yi bolca anlattığı hatta Yaşar Kemal gibi anlatmak istediği bunu da gizlemediği bir metin. Hem biraz anı kitabı, hem edebi düşünce, biraz da içinde gizli ama açık ilerleyen kurgusuyla biraz modern Latin Amerika üslubuyla yazılmış bir roman Yaşadıklarım Belleğimde Uğulduyor.
Ama sizi kandırdığımı tahmin eden tecrübeli okur, durumun tam olarak böyle olmadığını anlamıştır: Semih Gümüş’ün ortaya karışık bir metni söz konusu değil. Bu eleştirmen sayılmayan ama 2004’ten beri klasikler, modernler ve yeniler hakkında yazdığı makaleler için edebiyat eleştirisi dışında bir eylem ismi de verilemeyen benim bir hezeyanım değil. Yaşadıklarım Belleğimde Uğulduyor, Ankara’da başlayan içinde hep Sosyalizm’in olduğu yaşamını İstanbul’a taşıyan daha sonra ziyaret için gittiği Moskova’da kocaman bir market rafında üç tane sosis ve salam çeşidi bulunmasıyla Rusya’yı sorgulayan, ABD’ye konferans için giden fakat New York’a götürülme teklifini reddettiği için ABD’lilerin gerçek Amerika dedikleri ‘Büyük Elma’yı göremediği için haklı bir keşke diyen, İstanbul serüveninin ardından da Kuzey Ege’ye yerleşip doğa ile baş başa kalan, kaldıkça düşünen, düşündükçe yazan bir yazarın metni. Hayat treninin durakları arasında bunca çeşitlilik ve mesafe olunca, yaşamı merkezine alan bir metnin biraz anı, biraz düşünce biraz roman, biraz eleştiri olmasından doğal bir durum yok. Fakat benim gibi metinleri okuyunca ‘Yazar acaba bunu nasıl kurgulamak istemiş ve uygulamasını nasıl yapmış’ diyerek metnin inşa sürecinin bir adım öncesini görebilen (ne işe yarıyorsa artık) donanıma sahipseniz, ‘Semih Gümüş, Yaşadıklarım Belleğimde Uğulduyor’u tıpkı kendisine benzeyen bir karakter ile romanlaştırmak istemiş (suç değil günah değil) ama bundan bir şekilde vazgeçince bu metni oluşturmuş diye düşündüm.
Metin İçin Doğru Kurguyu Yaratmak
Yazıya neden Dostoyevski’nin Kumarbaz’ı ile başladığımı söyleyebilirim: Bir edebi metin önce düşünce ile başlar. Yazar, ki daha işe koyulmadan yani kalbindeki ilham ile beynindeki uyuşan edebi fikri yazarken nasıl değiştiğini henüz deneyimlemeden bunun hazzını duyar. Bazı yazarları o haz doyurur. Kendi hissettikleri ölçüdeki tutku ve duyguya sahip metni okura geçmez. Bazı yazar tıpkı Dostoyevski’nin parasını yazmadan tahsil ettiği romanları gibi profesyonel amaçlarla yazılır ama bu demek değildir ki o metin kuru, zevksiz ve körelmiş olsun. Bir edebi metni oluşturma fikri ile onu uygulama yöntemleri arasında lotoyu bilmenin 622 milyonda 1 ihtimali kadar farklı seçenek olduğunu bilmek gerekir. Bazen aklınızdaki öykünün aslında öykü olmaması gerekir, o bir romandır ya da bir romanda geçmesi gereken bir bölümdür. Ya da bir romanın sadece kısa bir öykü olması gerekir. Türe karar verildiğine göre kuramına, kurgusuna nasıl karar verilecek. O fikre uygun, onu en iyi şekilde okura tıpkı yazarın zihnindekine uygun biçimde nasıl yansıtacaksınız? Yazarlar sinema yönetmeni gibi olmak ister: Zihinlerindeki görüntü okurda da aynı şekilde karşılık bulsun. Ama bunu kelimeler ve imgelerle yaptığı ve her okur bambaşka bir edebi bilince sahip olduğu için, onu başarma ihtimali = lotoyu kazanma ihtimalidir. Yaşadıklarım Belleğimde Uğulduyor’da Semih Gümüş, Orhan Pamuk’un ‘Yazarın büyük olması için, okurun da büyük olması gerektiği’ ifadesini vurguluyor. Metniniz için ne kadar haz duyarsanız duyun yazar olarak, o ilham dünyada eşi görülmedik bir edebi peri dokunuşu da olsa, onu nihayetinde yazarken yazıya en uygun biçimi bulup uygulayarak aktarmak ve okurun da az çok bu şekilde anlamasını sağlamak dünyanın en zor işidir. Ve iş böyle olduğu için Semih Gümüş, 1960’lardan itibaren günümüze değin hem Türkiye’yi, hem insan ilişkilerini, hem siyaseti, hem ekonomiyi, hem edebiyatı anlatırken roman-anı-düşünce-eleştiri türlerinin hepsinden yararlanmış. Yaşadıklarım Belleğimde Uğulduyor’u bir roman yapmak isteseydi, belki bunun için en uygun yöntem Latin Amerikalıların benim edebi terim icat etme takıntımın eseri olan anlatmadan anlatma denilebilecek türü olabilirdi: Birinci kişiden olayları sebep sonuç ilişkisine bağlamadan ve 1960’lardan 2020’nin Türkiye’sine bira içilen bardakların şeklinden, nar bahçesindeki karayılanı öldürmeden def etme yöntemlerine değin bir dizi geniş ve sıra dışı imgeyi adeta hiç betimleme yapmadan yazabilirdi. Ama o zaman da size Yaşadıklarım Belleğimde Uğulduyor’u okuduğunuz zaman dönemin Ankara’sını ve siyasi iklimini daha iyi anlayabilmek için mutlaka Erdal Öz’den Gülünün Solduğu Akşam’ı da okumalısınız önerisini yapmamız mümkün olmazdı. Ne de Yaşadıklarım Belleğimde Uğulduyor’un ismi açıkça yazılmasa da ithaf edildiği yazarları arasında bulunan Umberto Eco’nun Anlatı Ormanlarında Altı Gezinti ve Ortaçağı Düşlemek metnini de okumanızı dile getirmek de söz konusu olamazdı…
İthaf Edilmemiş Yazarları Düşünmek
Tam da yeri geldi: Bazı metinler açıkça ithaf edilmeseler de başka yazarlara atfen oluşturulurlar. Bir edebiyat eleştirmeninin metni için bir yazara atıf yapıldığını söylemek haksızlığın dik alası olur. Ama Yaşadıklarım Belleğimde Uğulduyor hiç kuşku yok ki Yaşar Kemal, G.G. Marquez, W. Faulkner, U. Eco, V. Woolf ve Tolstoy’a atfen yazılmış bir metin. Aslında liste uzar. Cemil Kavukçu da var, D.H.Lawrence de, Kafka da var, Sebald da… Aslında Kafka’nın ayrı ve uzun bir yeri var metinde. Hiç kuşkusuz klasik dönem 18 ve 19. Yüz yıl edebiyatı anlayışını Dönüşüm ile dönüştürdüğü için… Edebiyat bilenlerin zevklerinin toplamı yapıldığında zaten ortalama bir liste hemen hemen bu yazarları kapsar demek işi kolaycılığa vurmak olur. Bu yadsınmayacak bir gerçek sayılsa da, yazarın bu yazarlara atfen metinlerinde onların üsluplarına da metinlerarasılık yapması pek rastlanan türden değil. Ben Yaşadıklarım Belleğimde Uğulduyor’u okurken, yolumun kırsalına hiç düşmediği Ege coğrafyasını Yaşar Kemal’in Çukurova’sını anlatıyormuş gibi okudum. Kim bilir Yaşar abi, Semih Gümüş ile ortak tanıdıklarımızdan olduğu için belki bu kadar benzetmişimdir. O da okurun düşsel dünyası işte. Hepimiz aynı metni okuruz ama hepimiz başka şeyi düşünür, hisseder ve anlarız.
Edebiyat Hazzı Nereden Geliyor
Aslında bunun yanıtını da Semih Gümüş ‘Yazdıkça Yaşıyoruz’ başlıklı bölümde şöyle anlatıyor: “Edebiyat metinlerinden duyduğum hazzın bir dizi nedeni var. Herkesin aradığı başkadır ama bu arada öne çıkan ortak nedenler de olduğunu söyleyebilirim. Kimimiz bir romanı bir dizi cümlenin anlamını içselleştirmek için okur. Ezberleyemeyiz hemen o cümleleri ama meraklı bir okur onları aramak için önceden okuduğu kitabın kapağını sonra da çok kere açabilir…”
Yaşadıklarım Belleğimde Uğulduyor’da Semih Gümüş’ün öz yaşam hikayesini biraz ketum öğrendikten, edebiyata, yazıya düşkünlüğünün nedenlerini kurcaladıktan, sosyalizm görüşlerini akademik atıflarla dinledikten sonra metnin bugüne kadar yazdığı eleştiri yapıtları arasında okur ile edebi metinler arasındaki çiti en çok kaldırıp, en cömert edebiyat düşüncelerinin yer aldığı metin olduğunu söyleyebiliriz. Beni bugünün metinlerinin derinlik ve içerik sorunlarına ilişkin yazdığı şu bölüm hayli etkiledi: “Bizde uzun zamandan beri dile, biçime, kurguya ilişkin durağan bir anlayış var ama yaşadığımız hayatın pek çoğumuzu ilgilendiren büyük yada küçük dünyaları içine sıkıştıran bireysel sorunları can evinden yakalayan romanların az yazılması da bana artık önemli bir sorun gibi geliyor…”
Bu düşüncesi için kim Semih Gümüş’e hayır diyebilir ki. Aslında metinde Yalnızlık Kime Benzer romanı için ‘Okumayı düşündüğüm gibi bir metin yazdım’ değerlendirmesi için özellikle genç kuşak yazarlardan ya da eski hesaplaşmaları kapatmak isteyen kimi çevrelerden gelen kendini beğenmişlik başlığında toplanabilecek eleştirileri de dile getiriyor Semih Gümüş. Bu da yıllarca eleştiriyle uğraşan yazarın makas değiştirdiği sırada üzerine sinyal vermeden ve kaza yaptırmak için direksiyonu kıran ve o hattın tek seyredeni olduğu iddiasındaki edebiyat kanonunu getiriyor. Gerçekten de bizim ülkemizin edebiyat çetesi, bir klişe ifade ile Ortadoğu ve Balkanların hatta bahsi artıralım Avrupa’nın tamamı ile Latin coğrafyası dahil Amerika kıtasının dahi görmediği güçte, etkinlikte, ama aynı oranda da entelektüel sığlığa ve sadece kendi sosyal akrabalık ilişkilerine bağlı bağımlı bir yapıya sahip. Huylarına giderseniz, onları kalkışmak istemeyecekleri bir edebi nitelik yarışına davet ederseniz bunu düello ya da tam ifadesiyle pusu daveti olarak görüp, kendilerince en uygun zamanda harekete ve hakarete geçmekten çekinmiyorlar. Ne yapalım. Bu da bizim yalnız ve güzel ülkemizin milyon sorunu içinde biri o kadar…
Ülke sorunları demişken Yaşadıklarım Belleğimde Uğulduyor, ülkesinin sorunlarının farkında bir zihnin nasıl düşünce üretebileceğinin de örneklerini veriyor. Zaten yaşamı sosyalizm fikri ile geçmiş ve şimdi de Türkiye İşçi Partisi ile devam eden süreçte bundan soyutlanmak, yaşadığımız, yaşatılan ultra İslami Kapitalist ve aşırı ileri demokraside günün gerçek notlarını tutmaktan başka yazarın elinden bir şey gelmiyor.
Daha Yazacak Çok Şeyi Yok mu?
Uzun yıllar sonra yazdığım ve biraz da sözü uzattığım ama buna karşın önceki alışkanlıklarıma rağmen kendimden hiç bahsetmediğim bir makalenin sonu göründü. Kendim demişken… Semih Gümüş ile ona öykü dosyamı okuması için götürdüğüm ve ya Can Yayınları’na başvuracaksın ya da Notos’a gideceksin diyen hatta bunu zorla yaptıran Ülkü Tamer sayesinde tanıştım 2006’da. Semih abinin o günden beri yaşadığı tüm yayıncılık zorlukları arasında en koyu olanının kişisel yaşamını da çok etkileyen ve Yaşadıklarım Belleğimde Uğulduyor’da bazen kör yazarların metin üretme süreçlerini örnekleyerek anlattığı kol kırılması ve hastalığının 1 yılı bulan felç bırakma hali olduğunu gördüm. Bir yazar için gözleri kadar hatta ondan da önemlisi kollarının sağlam olmasına ilişkin bölümlerin hem canlı şahidi, hem bilmediğim içsel konuların okuyucusu olarak ayrı şekilde etkilendiğimi söylemeliyim. Evet bu tür metinler bizi etkilemeli. Değiştirmeli, dönüştürmeli. Hiç değilse Semih Gümüş’ün kitapta verdiği öykü ve şiir listelerinden okumalar yapmaya çalışılabilmeli… “Onca yıllık hayatıma dönüp baktığımda yazmak istediğim her şeyi daha yazamadığımı ve belki yazamadan da gideceğimi görüyorum…” diyor Semih Gümüş. Yaşamının büyük bir temkinlilikle geçtiğini kendi söylüyor. Bunlar da temkinlilikte edilmiş sözler. Yaşam onun yolunda biraz ilerleyince, bunu mutlaka yapacağım sözünü söylememesi gerektiğini öğretiyor insana. Sonra karşına bin tuzak çıkıyor. Hiçbir şey olmazsa bile insanın karşısına kendisi dikiliyor. En büyük engelimiz kendimiz… Bunu aşarsak… Olmadı… Bunu aşamayız… Bununla yaşamayı öğrenmeliyiz. Biz bizle yaşamayı kabullenmeliyiz. Gerisi kendiliğinden geliyor zaten… Bence Semih Gümüş’ün daha yazacak çok metni ve bunu yapmak için uzun bir vakti var. Hele ki o Ege kırsalında. El değmemiş portakal ağaçlarından gelen dindirilemez koku içinde. Nar bahçelerinde… Birbirinin içine geçmiş düşsel vadilerde…
edebiyathaber.net (8 Mart 2023)