Öyle anlar geliyor ki; zamanın dışına çıkmak istiyorum. Bu zamandan başka bir zamana ışınlanmak istiyorum. Son birkaç yıldır yaşadığımız döneme bakınca, “nasıl bir zamana denk geldik” demekten alamıyoruz kendimizi. Sağlıktan eğitime, spordan sanata acayip işlerle karşılaşıyoruz her gün. Daha kötüsü olmaz artık derken, daha kötüleriyle karşılaşıyoruz, daha da kötülerini yaşıyoruz. Nerede sonlanacak bilemiyoruz. Umut bile edemiyoruz. Oysa umut elimizdeki en büyük gücümüzdü.
Zamansız bir dönem olmayacak ama bu zamandan sıyrılıp uzaklaşmanın yollarından biri de kitaplar sanırım. Daha geniş çizelim sınırı, sıyrılıp uzaklaşmanın yolu sanat diyelim.
Seza Kutlar Aksoy’un “Yaşam Ağacındaki Kız” adlı kitabıyla yaşadığımız zamanın dışına attım kendimi kısa bir zaman da olsa. Arka kapakta yazanları okuyunca, sanırım aradığım bu dedim, kendime. “Sanat, yaşamı güzelleştiren, yaşamı anlamlandıran bir eylem, yaşamın estetikle yeniden anlatımıdır. Resim sanatı bunun en güzel örneğidir. Mihri de resme çok yetenekli ve resmi çok seviyor. Bir gün bu sanatın geçmişteki ustaları ile karşılaşıyor. Yanında da ona eşlik ve kılavuzluk eden başka bir özel ressam var…”
Bir süre bu karanlıktan uzaklaşmak iyi gelecek, renklerin içine koşmalıyım diye düşünerek açtım kitabın kapağını.
Mihri’nin kaotik yaşamının içine düştüm bir anda. Küçük kardeşi Erdil’e bakmak zorunda olan kendisi de küçük bir kız çocuğu Mihri. Muhallebi yapmak istiyor ama sanırsınız tencere kendinden büyük. Kulağımda yere düşen ve kapağı ile ayrı yönlere dağılan tencerenin gürültüsü ile başladı kitap. Sonra park ve Mihri, kardeşi Erdil’i parkta kaybediyor. Sonra da parkta karşılaştığı Müşfik Hanım’ın peşine düşüyor sözümona bulmak için. Neredeyse kitap boyunca Mihri’ye kızdım, kardeşi kayıpken Müşfik Hanım’ın peşine düşüp gitti diye. Kardeşini ha buldu ha bulacak, acaba rüyada mı, kendince hayal mı kuruyor diyerek kitabın sonuna geldim. Hatta bir ara Erdil’in kayıp olduğunu unutacak mı, Erdil bir daha hiç ortaya çıkmayacak mı diye düşünmekten alamadım kendimi. Neyse ki sonu tatlıya bağlandı. Peki, Mihri’nin yanındaki Müşfik Hanım kim, niçin bu kitapta diye sorulacak olursa, yanıtı kitabın sonunda bulmak mümkün. “Mihri Müşfik Hanım, Mihri Rasim 26 Şubat 1886’da İstanbul’da doğdu. Türkiye’de resim çalışmalarını ilk başlatan kadın ressamdır. Resme olan tutkusu yaşamı boyunca sürdü. Bir sanatçı olmanın yaşadığı dönemdeki tüm zorluklarına rağmen çağdaş Türkiye’de modern resim için sürekli emek verdi. Mihri Müşfik Hanım’ın şiire ayrı bir tutkusu vardı. Çok sevdiği şiirleri resimliyordu. (…) Mustafa Kemal’i mareşal üniformasıyla ayakta canlandıran yaklaşık üç metre yüksekliğinde bir resmini yaptı ve Çankaya Köşkü’ne götürerek kendisine sundu.”
Böylesi önemli bir sanatçıyı bir kitabın içinde kurgunun bir parçası yaparak çocuklara anlatmak alkışlanası. Bir de son zamanlarda sanatın içindeki kadınların reva görüldüğü tutumun üzerine denk düşünce daha da anlam kazandı. Bu kitabı Mihri Müşfik Hanım’a bir saygı duruşu olarak da tanımlayabilirim. Belki onun şahsında diğer tüm sanatçılara. Çocuklara sanatı ve sanatçıyı sevdirmenin bir yolu da kitaplar olsa gerek. Ansiklopedik bilgiden ziyade bir kurgunun içinde tanıştırmak da daha kalıcı olacaktır.
İtiraf etmek gerekirse Mihri Müşfik Hanım’ı ben de bu kitap sayesinde tanıdım. Bu yüzden kitabın yayıncısı Parmak Çocuk Yayınları’na, yazarı Seza Kutlar Aksoy’a ve resimleyeni Fatma Karaoğlan’a teşekkür ederim. Diliyorum ki olabildiğince çok çocuğa ulaşsın bu ve buna benzer kitaplar. Çünkü yaşam ağacımız sanattır!
edebiyathaber.net (30 Mayıs 2022)