Evet, böyle diyordu Flaubert; “Yaşamak için okuyun”. Doğrudur. Şuna inanırım: Okumak ömrü uzatır! Bunu sayısal bir yaşama ömrü olarak da almamalı. Hiç okumadan 70-80 yıl yaşayanı düşünün. Bir de 30-40 yıl dolu dolu okumalarla geçen bir ömrü…
Yoksulluk/zenginlik asıl burada başlıyor.
Genç ömrünü okumakla geçiren, biriktirdiği kitaplarını da taşrada bir kütüphaneye bağışlayan bir adamın kitaplığıyla tanışmıştım 15-16 yaşlarımda. Bir yeryüzü cennetiydi onun kitapları bana: Sartre’dan Camus’ye, Kemal Tahir’den Kemal Bilbaşar’a, Beckett’den Faulkner’a nice yazarın düşünürün kitaplarıyla yeryüzü gezgini kılmıştı beni bu kitap tutkunu adam.
Sarıkamış İlçe Halk Kütüphanesi’ni anlattım bir yazımda. O, “F.F:” rumuzlu kitapları. Oradan ayrılırken dayanamayıp, bir kitabını almıştım; Sanat, Felsefe ve Politika Üstüne Konuşmalar (Jean-Paul Sartre). Öyle ki, her satırı beni allak bullak etmişti Sartre’ın… Ve çekip giderken kasabadan, bir andacı kalmalıydı bende.
Beni o kütüphanenin eşiğine vardıran kuşkusuz önceki okumalarım, okuma tutkunu olmamdı. İnsanın okuma çağı ne kadar erken başlarsa hayatla bağı, yaşamı kavrama bilinci de o denli yeğinleşir.
Okuyarak yalnızlıktan kurtulup çoğaldığımı, ama bu kez bambaşka bir yalnızlığı keşfettiğimi söylemeliyim. Bu süreçte okuyarak zamanı keşfettiğimi, bir süre sonra da ona hükmetme gibi bir kaygı taşımaya başladığımı hatırlıyorum.
Peki, o çoğalan sese ne zaman kavuştum? Nasıl keşfettim yazıyı, sonra okumayı? Şu yandaki fotoğraf benim okuma isteğimin bir nişanesi! Beş yaşındayım: 1959.
Ağabeyim ilkokula başlıyor. Ben de okula gitmek, okumak istiyorum. Bu duygumun önünü alamayan annemle babam beni de okula hazırlıyorlar; annem önlüğümü dikiyor, babam çantamı, defter ve kalemlerimi alıyor. Sonra fotoğrafçının yolunu tutuyoruz. Okula bir süre ağabeyimle gidip geliyoruz. Okumayı çözünce bırakıyorum. Ama evde ağabeyimle gene sıra arkadaşı oluyor, onunla aynı ödevleri yapıp, alfabesini, masal kitaplarını okuyorum.
Daha o günlerde resimler ve harfler belleğime silinmez biçimde kazınmıştı. Sanırım çizgilerimi ilk keşfeden annem olmuştu. Kadın terzisiydi, onun prova kalıplarını nasıl çıkardığını, çizimlerini nasıl yaptığını dikkatle izler; prova defterini önüme alır onu taklit ederek çizimler yapardım.
Yazı oyunum, resim oyuncaklarımdı. Ama bir süre sonra da bunların yanına kitapları koymayı keşfedecektim.
Eve gelen gazete, dergiler, okul kitaplıkları, mahallemizdeki kitap tutkunları, kitabı getirip hayatımıza yerleştiren insanlar çoğaldıkça okuma arzumun nasıl beslendiğini hatırlarım.
Bu süreç, bir kitapla/kitapta anlatılabilecek kadar uzun, belirgin ve belirleyicidir yaşantımda. Okumakla başlayan, “kitapları seven adam”a dönüşen bir süreç…
Kitabı ilk kütüphanede gördüğüm ân ise önümde yepyeni bir dünyanın açıldığını muştuluyordu bana. Gazi Ahmet Muhtar Paşa Orkaokulu’na kaydımın yapıldığı gün, “tabutluk” adı verilen okulun kütüphanesini keşfetmiştim. Bu büyülü bir şeydi benim için. Böyle bir okulda okumak daha da etkileyici olmalıydı! Nitekim öyle de oldu; resim öğretmenimiz Fuat İğdebeli’yi çıkardı karşımıza. Kitap, okuma, yazma ötesi bir dünyaya taşıdı bizi o: Yaşamak için sanata bağlanın, dedi bize. Dahası bunu göstererek yol almamızı sağladı. Orada yalnızca okumak yoktu; resim, fotoğraf, sinema, doğa, müzik, Rönesans, aydınlanma, yeryüzünün keşfi, matematik… İnsanın insana yolculuğu, evreni tanıma/keşfetme bilinci…
Beni Sarıkamış Halk Kütüphanesi’nin eşiğine getiren bütün bunlardı aslında. Çantamda Van Gogh’un Theo’ya Mektupları, Camus’nün Sıkıyönetim’i, Jack London’ın Martin Eden’ı, Eflâtun’un Sofist’i vardı. Ve “ilk aşk”ı keşfetmiştim.
Kitaba, yazıya ve okumaya dair yolculuğumun beni nereye götüreceğindense; bu yolculuğun nasıl yapılması gerektiği beni daha çok ilgilendiriyordu. Kitaplara, yazarlara, farklı sanat disiplinlerine ilgim de daha çok bundandı. O yolu zenginleştirmek, uzun tutmak niyetindeydim. Ki, bugün, bunun öyle de olduğunu düşünüyorum.
Erken yaşta başlayan okuma/yazma, okula gitme isteği öğrenme itkisinden kaynaklanıyordu sanırım. Çünkü ailemizin tutkusuydu öğrenmek… “Yeni hayat”ın içinde kendine yer açmak çabası… Bunun da ancak gidilerek gerçekleşebileceğini öğretmişti bize annemle babam. Hissettirerek, göstererek, yaşatarak, havuzlara atarak…
Hayat hakkında öğrendiğim her şeyi bana edebiyat, resim, sinema, müzik, fotoğraf taşıdı; dahası dönüp hayata bakma/görme biçimlerini öğretti bunların her biri. Okudukça hayata yöneldim, izledikçe öğrenme arzum kamçılandı. Çizdikçe, söyleyip dinledikçe tınılarla/ezgilerle/renklerle yol almanın zenginliğine eriştim.
Bir sarkaçtı bütün bunlar hayatımda.
“Ortalama okur” olmayın!
Bir dostum var. Adı gibidir kendisi de. Sevecenliği, iyimser bakışının üstüne yoktur. Onu, bir öykümde anlatacağım için adını vermeyeceğim burada. Ben, ona, “hikâye taşıyıcısı” derim.
Öyledir, evet, yanınıza vardığında soluk alır almaz, doğallıkla, çantasından kitabını kurşunkalemini çıkarır gibi ilk sözüyle hemen yeni bir hikâye anlatmaya başlar. Uydurmaz, yaşar. Hayatın gözlemcisi, insanın yolcusu, kitapların dostudur o. “Gezgen”dir, öyle derim ona. Diller bilir. Meraklıdır. İyi yemek yapar, mutfağı Anadolu’nun lezzetlerine taş çıkarır. Müze gibidir evi de mutfağı da. Bir duvarı irili ufaklı aynalarla, bir duvarı fotoğraflarla, bir duvarı resimlerle bezelidir. Evinin diğer bütün duvarları özenle seçilmiş okunmuş, okunmayı bekleyen kitaplarla kaplıdır. Bu eve adım attığınızda, bir daha çıkmak istemez, kitaplara dokunmadan edemezsiniz.
Yani anlayacağınız benim bu sevgideğer dostum “iyi okur”dur. Zaman zaman onu anlatırım eşe dosta, öğrencilerime. Götürüp bazılarını da onun sofrasına konuk ettim, salt o havayı solusunlar, “ortalama okur” olmamanın ne anlama gelebildiğini görsünler, aşılansınlar diye…
İyi bir öğretmeniniz olmuşsa eğer…
Ortaokuldaki resim öğretmenim Fuat İğdebeli’yi sıklıkla anarım, çokça da yazarım ona dair. Ki bunlardan biri de, onun bendeki izlerini/etkilerini anlattığım “Bir Ömrün Dört Mevsimi” adlı denememdir.
Geçenlerde Steinbeck’in şu cümlesiyle karşılaşınca; “Hayatta üç tane gerçek öğretmeniniz olmuşsa, sizden şanslısı yok,” gene İğdebeli öğretmenimi düşündüm. Yanına koyabileceğim iki öğretmenim var mı diye hatırlamaya çalıştım:
Sabahattin bey, Muharrem bey, Nesrin hanım, Nuray hanım, Bekir bey, Türkay hanım, Muhammet bey… Evet, galiba Muhammet Alkaşı… İz bırakmak başka, ilgilenmek, hayatına girerek dönüştürmek başka… Diğerleri iz bıraksa da, “A, iyi evet, hadi yap” diyen, sizi sizinle başbaşa bırakmakla yetinirken, Fuat bey ve Muhammet bey alıp sarmalayan, yetinizi biçimleyen, kendinizi ötelere taşıyabilmeniz için sizinle, sizin için/gibi çaba gösterenlerdendi. Onlar yalnızca bunları değil, aşılamayı da öğrettiler bana galiba… İyi öğretmenler öyledir, birinin getirip bıraktığı yerden diğeri alıp taşır sizi. Yalnızca Flaubert vari sözler etmezler; eylemden yanadırlar, gösteren, hissettiren, yaşatan, taşıyan, karşılaştıran, buluşturan, kavuşturandırlar…
Feridun Andaç – edebiyathaber.net (15 Temmuz 2014)